İnanışlar, insanın özüne tutulan bir aynadır. İnsan doğduğu günden itibaren inanışları etrafında şekillenir ,gelişir, büyür ve toprağın altına onlarla gömülür. İnsan kendi varlığını inanışlarından soyutlayamaz, inanışları insanı bir gölge gibi takip eder. İnsanlar gece olduğunda gölgesinden tam anlamıyla kurtulduğunu sansa da her güneş doğduğunda, gecenin içinde yok olduğu düşünülen bu gölgelerin gün yüzüne çıkması kaçınılmazdır. İnsanın gölgesiyle geçirdiği dakikalar, saatler, günler ve aylar çöldeki kum tanecikleri kadar önemsizleştikçe, insan gölgesini hareketlerini ezberlemeye başlar. Zamanla bu ezberlenen davranışlar tekrarlanır ve insanın bir parçası haline gelir. Tam da bu andan sonra gölgesi insanın peşini bırakır çünkü insan gölgesinin peşinden koşmaya başlar.
İnanışlar hiç durmayacakmışçasına akan bir nehir gibiyken insan ise nehrin üstünden aktığı yatağa benzer. Kıyamet kadar uzun ve bulutlu bir gece kadar belirsiz bu nehir, yatağının sonlandığı yere kadar akmaya devam eder. Nehrin yatağıysa su damlaları üzerinden aktıkça aşınmaya mahkumdur ta ki kendinden bir şey kalmayana dek. İnsan da hayatı boyunca inanışlarının gözetimi altında, tutuklu olarak yaşar. Her ne kadar insan inanışlarını yönetmeye çalışsa da insanın alışkanlıkları kişiyi iradesinden soyutlamış, sesini çalmış, gece kadar karanlık bir odaya parmaklıklar yaptırmıştır. İnsan alışkanlıklarından hiçbir zaman kaçamayacağını anlayınca onlara bağlanmış, zararlarıyla yaşamayı öğrenmiş ve en sonunda da zincirlerini bedeninin bir parçası haline getirmiştir.
İnanışlar, bitki kökleri gibidir insansa bu köklere filiz veren bitkinin tohumlarıdır. Bu bitkinin gövdesini insanın düşünceleri oluştururken bu düşüncelerin gelişiminde etkili olan temel kısım ise bitkinin kökleridir. Kök ve gövde nasıl bir bitkide birbirinden ayrı düşünülemezse insan için de bu durum geçerlidir. İnsanın düşünceleri inanışlarından beslenirken inanışlar da düşüncelerden beslenir. Bundan dolayı nasıl düşünceleri olmayan bir insan yoksa inanç sahibi olmayan bir insan da yoktur. Doğal olarak insanın her düşüncesinde inanışlarının bulanık bir yansıması da görülür. Bu yansıma netleştikçe düşünceler inanışların eski birer silüeti haline geliyor ve insanı inanışlarından ibaret kılıyor. İnanışlar ise durağandır ve değişime genellikle kapalıdır. Bu da inanışların bulutları ardında belli belirsiz parlayan yıldızlara dönüşmüş düşünceleri, gökyüzünün maviliği kadar sıradan ve rüzgarın deniz üzerinde bıraktığı iz kadar silik bir hale getiriyor. Bu da insanı inanışlarının karanlığı altında kör ediyor.
İnanışlar, bulutsuz bir gecedeki dolunay gibidir. Karanlık çöktüğünde çevresindeki tüm ışıklardan daha görkemlidir. Geceleri çevresine sonsuza dek hükmedecekmiş gibi gözüken inanışlar, gündüzleri kaybolmuş gibi gözükse de aynı dolunayda olduğu gibi yeryüzünün hep arkasında bir yerde gizlenmektedir. İnanışlar; insanın düşündüğü, yaptığı, oluşturduğu ve şekillendirdiği her şeyi etkilediği gibi bu ilkelerden ayrı düşen düşüncelerin ayağına bir taş bağlayarak suyun derinliklerine yollamaktadır. İnanışlardan farklı düşüncelerin hepsi; geçmişteyse tarihin unutturduğu birer hurafeden, gelecekte ise sessiz birer çığlıktan ibaret olacaktır.
İnanışlar; karda bırakılan izler kadar belirgin, soğuyan bir alçı kadar katı, Güneş’in doğması ile batması kadar kaçınılmaz ve Ay’ın çevresindeki yıldızları kıskandıracak parlaklığı kadar kesindir. İnsanın gebe kaldığı alışkanlıklar, inanışları doğurmakta ve bu inanışlar zamanla insanın verdiği son nefese dönüşmektedir. Kısacası inanışlar, insanın kendi isteğiyle gözlerinden, kulaklarından ve dilinden vazgeçerek diğer ucunda onu tüketecek bir aslanın olduğunu bile bile kendini soğuk demirlerin arkasına tutsak etmesidir.