Bugün, içimde öyle sıradışı bir his var ki kasvetli, melankolik gökyüzü sanki gailemi ikiye, üçe katlıyor. İç dünyam hariç her şey normaldi sanki. Okul, ödevler, projeler derken yıprandığımı fark eden arkadaşlarım beni biraz daha iyi hissetmem için yanlarına çağırmışlardı, sonrasında çalışmalarım aksamayacakmış gibi. Reddedip kırmak da olmazdı tabii ki. Hazırlandığım sıralarda bir iç çekip gözümü kapattım. Tekrar açtığımda bir de ne göreyim, buluşmaya 10 dakika kalmış! Alelacele toparlandım ancak ne giyeceğimi kestiremedim, sıcak mıdır soğuk mudur bilemedim. Havayı kontrol etmek istediğimde burnumu pencereden çıkarıp havayı koklarım genelde, bunu da kedim “Apollon”dan öğrendim. Kendisi, tasmasını getirdiğimde hemen havayı koklar, beni onaylarmışçasına. İkonik.
Saatler geçmesine rağmen halen aynı his, aynı velvele… Öyle bir şey ki içimi cevizdeki kurt gibi kemirip kemirip bırakmamakta kararlı. Eş zamanlı olarak bir şey duymuştum, düşüncelerim arasında belli belirsiz. Evin içinden ama meclisin dışından… “Bardaktan boşanırcasına yağmur inerken elbet vardır bir musibet. Değmez çıkmaya dışarı ne bu cahiliyet?” Evde de kimse yoktu halbuki. “Ne o, yalnız olacaksın da korkuyorsun diye dile mi geldin Apollo?” Tabi ki bu ses ondan gelmedi, muhtemelen düşüncelerim arasına sızan bir iş sesten ibaretti. Apollon’un konuşma olasılığını da gözden geçirmedim değil bu süre zarfında. Neden olmasın?..
Hem kıyafetlerimi hem saçımı hem düşüncelerimi -iç dünyamı ve dış dünyamı- hazırlamam minimum 15 dakikayı bulmuştu. Muhteşem, yine geç kalmıştım. Yine de içimden “Gitme, zararlı çıkarsın!” diyen bir parçam vardı. Keşke o parçamı dinleseydim. Montumu alıp kapıyı açtım. Kapıyı açtığımda gördüklerime inanamadım. Kimsenin göremeyip sadece benim hissettiğim bir pus vardı etrafta. Çıktığım gibi afsun kitabının tozlu sayfaları arasında gezinen bir sarhoş olmuştum. Arı hava değildi bu, apayrı bir şeydi. Belki bir zehirdi, kim bilir? Lakin diğer taraftan yeterince gecikmiştim çoktan. Yol boyunca koştum ve kendimi her şeyin normal olduğuna inandırmayı denedim. Olmuyordu. Herkes, her şey garip davranıyordu. Olağanüstü şeyler oluyordu, kimse de bir şeyin farkında değildi
Ben ise ilk sokakta fark ettim bunu. Trafik lambaları devamlı değişiyor, o kadar hızlı bir değişim ki lambanın zeytin rengi aldığına yemin edebilirim. Sokak lambaları elinde armut mu topluyor? Onların da özelliği yanıp yanıp sönmekti. Beni asıl korkutan şey, insanların -tahmin ettiğiniz üzere- aşırı hızlı ve öngörülemeyen tavırlarıydı. Dolayısıyla arabalar da aynı derecede dehşet verici ve mahufdu. Az daha azur mavisi bir motorun altında kalacağıma yemin edebilirim! Buluşma yerine yaklaştıkça daha kötü bir hal almakta değil mi? Etrafıma şöyle bir göz gezdirmem mutlaka gerekiyordu. Renk cümbüşünün içindeki gri bir şehirdeyim: Yolun kenarında bir avm, avm’nin sol tarafında 4 ve sağ tarafında 3 gökdelen, yolumun üzerinde ise iki sokak ve son olarak bir bahçe. Zıvanadan çıkan arabalar, kararsız ışıklar, ölü binalar ve sarhoş yağmur… Zaman geçtikçe ışıklar daha da aydınlık oluyor, sanki önümde bulutumsu bir sis vardı ancak bu siste aynı zamanda arabalardan, gökdelenlerden ve trafik lambalarından gelen ıraksak renkler bir şelalede akıp gidiyordu. 1 sokak kala botanik bahçeyi geçtiğimde aklımda tek bir soru vardı. Tüm bu ağaçların, dalların, yaprakların, dikenlerin arasından süzülüp toprağa karışan yağmur, davranışları itibariyle normal kavramının sınırları dahilinde miydi? Yoksa bizi zehirlediği gibi normalimizi de mi zehirlemişti?