Hayat dediğimiz şey tam olarak nedir? Yaşadığımız mutluluklar, sevinçler, üzüntüler acılar mıdır yoksa bu duygulara karşı verdiğimiz amansız savaş mıdır? Hayat kavramı değişkendir. İnsandan insana değiştiği gibi aynı insanın düşüncelerine göre de değişir.
Bir illüzyon gibidir hayat. Her seferinde farklı bir detayına takılı kalırsın. Bir bütünü görmek zamanını alır, belki de bir ömrünü. Çoğumuzun içindeki korku da budur aslında. Hayatın anlamını, neyin peşinde koşturduğumuzu, ömrünün sonlarında fark etmek, birçok şeye geç kalmak.
Çocukluktan itibaren hep yarınımız için hayaller kurarız ya da hayaller kurarlar bizimle ilgili. Biz ise bu hayallere istemsizce kapılır ve kendi hayallerimizi kurmaya başlarız. Arkadaş, aşk, kariyer, aile, yaşam hakkında hayaller oluşur hep zihnimizin bir köşesinde. Gerçekleşmeyeceğini bilsek bile bu hayalleri kurmak ruhumuzdaki yaraları sarar biz farkında olmadan, yaşama isteği verir, hayattan vazgeçilmemesi gerektiğini daha kurulacak hayaller olduğunu hatırlatır.
Çoğu zaman hayaller gerçekleşmez ama bu umut kırmaz, gerçekleşmeyen hayalin üzerine bir yenisi inşa edilir ve bu sonu gelmeyen bir paradoksa dönüşür. İnsanın en büyük mutluluğu hayalinin gerçekleşmesidir. Bu hayal ufacık bir şey bile olsa onun zihninizden çıkıp yaşamınıza etki etmesi en önemli şeydir. Oldu dersiniz, hayal ettim ve oldu. Bunun zaferini hiçbir kelime tarif edemez. Bir insanın yaşayabileceği en mucizevi hislerden birisidir.
Bir bebek doğar, büyür, okula gider, bir meslek sahibi olur, belki bir aile kurar, yaşar, yaşlanır ve en sonunda da ölür. Yaşam dediğimiz paradoks budur. Doğumdan ölüme kadar olan evredir ve biz bu evrenin başına ve sonuna mahkumuz. Hiçbirimiz kendi irademiz ile doğmuyoruz, zamanımız geliyor, bedenimiz bir başka bedene daha fazla sığamıyor ve hayatımız başlıyor. Ardından belli bir süre yaşıyoruz ve yeniden kendi irademiz olmadan ölüyoruz, zamanımız geliyor, ruhumuz bu dünyaya daha fazla sığamıyor ve hayatımız son buluyor.
Bu yaşam dediğimiz süreçte ise kendimize, çevremize kattıklarımız ile bir değerimiz oluyor. Doğarken hepimiz aynı değere sahibiz ancak yaşamaya başladıkça eğer kendimizi geliştirebilirsek var olabiliyoruz. Yoksa hiç fark edilmeden silinip gidiyoruz. Yaşamamızdaki aslında en büyük hırs unutulmamak. Çünkü bu dünyadaki sizi hatırlayan son kişi de öldüğünde sanki bu dünyada hiç yaşamamış gibi olacaksınız. Yaşadığı dünyaya kendinden hiçbir iz bırakmadan yaşayıp gitmiş gibi.
İnsanlar aslında içten içe hatırlanmak için eserler yaparlar, aile kurarlar, meslek sahibi olurlar, bir iz bırakmak için ama unutulmak kaçınılmazdır tıpkı ölüm gibi. Kimi insan yüzyıllarca hatırlanır ama sonradan bir şey olur ve yavaş yavaş o insanı hatırlayanlar ölmeye başlar ve o kişi hiç yaşamamış gibi olur. Kaçınılmaz doğanın kanunudur bu. Hatırlandığımız kadar varız.
Araf vardır. İnsanın içinde, olmak istediği ile olduğu arasındadır bu araf en basitinden. Hatırlanmak istemek ve istememek aynı zamanda insanın en büyük arafıdır. Hayatını dolu dizgin gerisinde bir şey bırakmadan yaşamak ister bir tarafı, diğer tarafı ise bedeni dünyadan gitse bile fikirleri hep yaşasın ister. Ölüm döşeğindeyken bile insan bu ikisi arasında bir karara varamaz çünkü ikisi bir bütündür. Bu iki fikir cennetteki Adem’in yediği elmanın birer yarısıdır. Ayrılamazlar ve aynı zamanda zehirlidir de, insanın içine işler bu zehir. Bir kere düşünmeye başlayınca sonu gelmez. Ancak son nefesinde anlar insan neyi istediğini, hatırlanmak mı yoksa hiçbir iz bırakmadan her şeyini toplayıp gitmek mi?
Fernando Pessoa’nın da dediği gibi “İstemeden varım ve istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.” Hepimiz bu boşlukta yaşamaya mahkumuz. Ne hayal ettiklerimizi suçlayabiliriz ne de hayatı, ne doğumumuzu ne de ölümümüzü suçlayabileceğimiz gibi.