Çalan alarmın korkutucu sesiyle uyandım. Masada memuriyet sınavını kazanmak için çalıştığım kitaplar, sandalyenin üstünde yıkanmaktan solmuş takım elbisem, bilgisayarımda dün akşam sadece birkaç dakika izleyebildiğim komedi dizisi açıktı. Aldığım uyku ilaçlarının etkisi ile yemeğime dokunamadan sızmıştım. Son haftalarda gözlerimin altı şişmiş, ellerim titrer olmuştu. Elbette bu durumu annem hariç kimse fark edememişti, buna içerlemedim sonuçta tüm metropol insanları aynı yaşama adapte olmuştuk. Oysa ne kadar çok isterdim dağın eteklerine kurulmuş, toprağın, yeşilin kokusunu ciğerlerinizin en diplerine çekebildiğiniz Anadolu’nun ortasındaki köyümde olmayı.
Sadece bir düşünce diyerek terliklerimi ayağıma geçirdim, bornozumu omzuma asarak duşa girdim. Buğulanmış aynanın karşısında uzayan sakallarımı kesmek zorundaydım, ne de olsa işe girerken sayfalarca imza attığım deste deste kağıtların herhangi birinde bu yazılıydı. Kısıtlanmıştım, soyutlanmıştım en önemlisi özgürlüğüm elimden alınmıştı. İlkokulda, ‘büyüyünce ne olmak istiyorsun?’ Sorularına, balıkçı diyen ben bugün nasıl oldu da günde on iki saat bilgisayar başında oturan bir beyaz yakalıya dönüşmüştüm.