“Başladı zift rengi mürekkebin beyaz kağıttaki yolculuğu.”
Hayatımızda yaşadığımız her yıkılışın bir kalkışı, her zirvenin bir çöküşü, her yaranın bir merhemi ve her acının da bir sonu vardır. Tıpkı bir yolda kötü ve engebeli yere saptığımızda bu sancılı yolculuğun sonunda nihayet varmak istediğimiz noktaya ulaşmamız gibi. Lakin yolun sonundaki ışığı düşünerek o yolu geçirirsek yani ana değil de sürece odaklı yaşarsak aydınlığı hiç göremeyiz. Mutlaka karşımıza sadece yansımadan ibaret olan ışıklar çıkacaktır fakat onlar sadece ruhumuzu kandıran mutlak aydınlığın birer taklitçisidir. Ne geçmişi düşünmek, ne de geleceğe odaklı yaşamak marifet olandır. Velev ki, yaşamın sırrı zihnimizin kuytu kapısı ardında kilitlidir. Bu kapının anahtarı ise anda kalarak anı biriktirmektir.
“Karanlıkta dostum olan yıldızlar, aydınlıkta beni yalnız bıraktılar.
Ben de küstüm, topladım gökyüzümden bütün yıldızları.”
Acılar; bazı insanların ruhuna can suyu olmuş ve onu büyütmüştür. Diğerlerinin aksine bu canhıraş ruhlar yeşillenerek büyümemiş, içten içe kuruyup solarak bu günlere kadar ayakta kalmayı başarmıştır. Bu dilhun insanlar istemeyerek hayata gözlerini açmış ve istemeyerek de hayata gözlerini yumacaklardır. Onların elinde olan tek yegane şey; daha ana rahmine düşmeden önce onlara bahşedilmiş namütenahi güçleridir. Kaderin bir cilvesi olan hayatlarının sillesini yedikten sonra ölüm normal bir insan için kolay bir kaçış yoludur. Lakin bu canhıraş ruhlar; varlıklarının özünde onlara bahşedilen fevkalbeşeri güç sayesinde zor olan yaşama yolunu seçmişlerdir. Onlar; oldukları şeyle olmadıkları şey arasında, hayal ettikleri şeyle hayatın onları yaptığı şey arasında bir boşlukturlar.
“Herkesin bir beyaz sayfası vardır derler. Peki; beyaz sayfamıza mürekkep biz daha küçük, masum bir bebekken mi akmaya başladı yoksa biz daha ana rahmine düşmeden önce yazılmış mıydı kaderimiz?”
“Acıyı küçümsersiniz, ama parmağınızı kapıya sıkıştırdığınız vakit en yüksek perdeden inlersiniz.”(Altıncı Koğuş, s.41)
Kardelen çiçeği kış güneşine ezelden beri aşıktır. Fakat kış mevsiminde karı delip gün yüzüne çıkmak narin yapılı bünyeleri için ölümcül niteliktedir. Güneşi gördüklerinde canından olabilmenin hüznü vardır içlerinde. Lakin kara benzeyen süt çiçeğinin içinde diğerlerinde olmayan payidar bir güç vardır. İçindeki bu güç el narin bedenine inat aşkına kavuşmak için karı deler ve kış güneşini ilk kez görür. O, artık zorlu mücadeleleri göğsünde taşıyan kardelendir. Veyahut kış güneşi yakıcı, aldatıcı ve şeytanın cerbezesinin son vurgusudur. Oracıkta canından olur kardelen lakin onu öldüren aşkından hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Her kış mevsimi tekrar ve tekrardan kış güneşini tek bir an görebilmek için canını seve seve verir. Bu canhıraş ruhlar da kardelenin ruhundan bir parça taşırlar. Onlar her zaman düşmeye lakin düştüklerinde de yine ve yeniden kalkmaya sevdalılardır.
“Bir kere sevdaya tutulmayagör;
Ateşlere yandığının resmidir.
Âşık dediğin, Mecnun misali kör;
Ne bilsin âlemde ne mevsimidir.”(Cahit Sıtkı Tarancı- Kara Sevda)