Bir masal ükesiydi burası, her şeyin mümkün olduğu bir masal ülkesi. Reenkarnasyona inanır mısınız? Bu dünyaya göz açıp kapayıncaya kadar geldim. Veliaht Prens’in hala var olduğu, savşçıları caddelerde yürüdüğü, sihre inanç olan bir dünya. Tam olarak, dünden önceki gün arkadaşımın evinde okuduğum aşk hikayesinin dünyası. Gözlerimi hikayedeki yegane kötü karakter olarak açtım, Dükün tek kızı, Veliaht Prens’in nişanlısı ve ana kahramanı kıskanan Sinem olmuştum. Bazı kadınlar bir zamanlar böyle bir dünyanın hayalini kurmuş olabilir, bazı kadınlar ise yardım edemeyecekleri için burada ciddiyetle yaşamaya karar vermiş olabilirler. Ancak, bu dünyayı sevmek konusunda bir planım yok. Öyleyse bir an önce ölmeli ve dünyama dönmeliyim. Gözlerimi açtığımda annemin duymak istediğim sesi yerine, beni uyandıran hizmetçinin sesiydi.
Romanın ana karakteri ve anlatıcısı romanın kahramanı Yonca olduğu için Sinem’in kişiliğini veya çevresini bilmiyordum. Giyinmek genellikle yaklaşık iki saat sürerdi, ancak bugün İmparatorluk Sarayına gitmem gerekti, bu yüzden her zamankinden bir saat önce hazırlanmaya başlamam gerekiyordu. Muhtemelen nişanlısı Prens’e güzel görünmek için bunu yapmaya çalışıyordu Sinem. Bilmiyordu ki bunlar hiçbir işe yaramaz. Veliaht Prens, metresi Yonca’yı seviyor. Onu il gördüğü andan itibaren. Umutsuz bağlılığı kitabın sonuna kadar devam eder ve sonunda Yonca’nın İmparatoriçe olarak karşılanacağı sona ulaşır. Prensi seven ya da daha doğrusu Yonca’yı kıskanan Sinem delirir.
Aslında bu roman pek bana göre olduğunu söyleyemem. Hikayenin değerini düşüren, sık sık tekrar eden klişeler ve karakterler dinamikleri, Can sıkıntısını bastırmak dışında bir vazifesi olmayan bir masal. Hiçbir şok etkisi yok, akılda kalıcı bir anlatı yok. Sadece üç yakışıklı ve yetenekli erkek başrol adayıyla tatlı bir heyecanın tekrarı ve onlara müdahale eden Sinem’in “acımasız planları”. Sinem’in tek suçu Yonca’yı sevmemekti, en nihayetinde sevdiği adamı çalmıştı, ama onun etrafında dönen bir dünyada buna yer yoktu. Yazar tarafından Yonca’yı iyi göstermek için kullanılmış bir piyondan ibaretti. Ne kadar klişe bir hikaye. Sinem ölür ve Yonca sonsuza dek mutlu yaşar, burada ancak ve ancak Yonca’yı sevenler mutlu olabilecek.
Böyle bir yerde yaşamak istemiyorum. Herkesin kukla gibi sahne verdiği, hayatları boyunca yaşayacakları deneyimlerin bir yazar tarafından önceden belirlenmesinin düşüncesi bile midemi bulandırıyor. Neden başkasının bana diktiği kazağı giymek zorunda olayım ki. Bu dünyaya hiçbir bağlılığım yok, ne de olsa benim dünyam değil, sevdiklerim burda değil. Sabah işe gitmeden önce anneme verdiğim gülümsemenin sıcaklığı yok, ceketimi giymeden çıktığım için yolda yediğim azarın pişmanlığı yok, arkadaşlarımın dedikoduları da yok. Beni ben yapan her şey yoksa ben neden varım. Yapıcağım son 3 şey: birinci adım herkesi odadan kov, ikinci adım yorganı rulo halinde halat yapıp avizeye bağlamak, üçüncü adım sandalyeye çıkıp boynumu yerleştirmek ve sonunda özgürlük.
Annemin menemen kokusu kapımın altından odama gelmiş, en iyisi soğumadan yemek.