Milyarlarca yıl kadar uzun bir süredir bizim yuvamız olmuştur Dünya. Bizi taptaze, lezzetli meyveleriyle ödüllendirip tertemiz havasını solumamıza izin vermiştir. Yaşamımızı sürdürmemize, ürememize olanak sağlamıştır. Etrafımızı gözlemleyip insanlığın yararına yeni şeyler bulma hevesimizi güçlendirmiştir. Onun nimetleri ve olanakları sayesinde avcı – toplayıcılıktan, sıcak evlerimizde otururken televizyonda en sevdiğimiz diziyi izlememize kadar ilerleyebilmişizdir. Bize medeniyeti öğreten Dünya, artık insanoğlunun onu hor kullanmasına dayanamayacak hale gelmiştir. Artık şırıl şırıl akmıyordur dereleri, güzel kokulu çiçekleri solmuştur. Adeta “Beni de görün artık, bana da hak ettiğim değeri verin!” diye yardım çığlığı atmaya başlamıştır, “Nasıl bu hale gelebildim ben?”.
Bu uzun süre zarfı boyunca önceki nesillerin hiçbirinin aklına biricik evlerini temizlemek gelmemişti. Hep şöyle düşünmüştü insanoğlu: “Nesillerdir gül gibi yaşadığımız dünyayı elimdeki bu çöp mü kirletecek? Olmaz öyle şey, doğa kendini temizlemesini bilir.” Aslında haklıydılar da, doğa kendini temizlemesini pek iyi bilirdi, yeniler, tazelerdi kendini sırf biz daha rahat yaşam sürebilelim diye. Bu konuyu kafamıza takmadık, ellerimizdekilerden yeni şeyler üretme sevdasının peşinden koştuk. İcat ettiğimiz yüzlerce ürün bize yetmedi, hep daha iyisini, daha güzelini üretmek istedik. Kil tablaya yazı yazarken, defterlerimize aldık notlarımızı. Ama o da yetmedi: her yıl daha iyisi çıkan son model bilgisayarlarımıza yazar olduk yazılarımızı. Ve bu uğurda onlarca değişim yaşadık. En büyük değişimler bir çağı kapatıp ötekini açtılar.
Örneğin, on sekizinci yüzyılın ortalarında buhar gücünü keşfettik. Artık insanların çalışmasına gerek yoktu: çuvallarca kömürün ürettiği buharın bulunduğu motorlarla farklı farklı makineler yaptık. O kömürün çıkardığı buharı soluyan çocuklarımız ve işçilerimiz akciğer rahatsızlığına yakalanıp öldüler, rengarenk çiçeklerimizin üzerini simsiyah küller kapladı ve ancak o zaman bir şeyler kafamıza dank edebildi: artık elimizde olanları kendimiz için değil, Dünya’mız için geliştirmeliydik. Buhar gücünün yerini elektrik enerjisi aldı ve rahatladık. “Dünya’mız kurtuldu artık.” dedik ve kendimizi kandırdık.
Yıllar geçti, gökyüzüne merak saldık. “Yukarıya çıkmak mümkün mü? Nasıl çıkılır? Gökyüzünde neler var?” demekten kendimizi alıkoyamadık ve odağımızı başka şeylere çevirdik. Azmettik, bizi göğe çıkaracak uçaklar, roketler yaptık. 1969 yılında zirveyi gördük, Ay’a ilk adımı attık. Teknolojimizi ilerletmek üzere yıllarımızı harcadıkça Dünya’mızla olan bağımız iyice koptu; odağımızı kaybedip onu daha çok kirlettik. Ona değer vermeyip diğer gezegenleri inceledik. Hatta onlarda yaşam kurabilmeyi umut ettik. 1,4 Milyar metreküp su barındıran Dünya’mızı bir kenara bırakıp Mars’ta bir avuç suyun varlığına olan merakımızın ardından bir servet harcadık.
Ancak 2018’de on beş yaşındaki bir kız çocuğu bizden gezegene yaptıklarımızın hesabını sorunca aklımız başımıza geldi. Mars’ta koloni kurmanın mı yoksa evimize sahip çıkmanın mı daha önemli olduğunu tartışmaya başladık. Evet, belki evimizi temizlemek yıllarımızı alır ama onu kirletmek de yüzyıllarımızı almıştı, unutmayalım. Öte yandan, Mars’ta yaşamak sadece birtakım delillerin bulunduğu, bir servete mâl olan uçarı bir hayalden ibaret. O yüzden bana soracak olursanız, ben yaşamayı bırakın, kimsenin daha önce gitmediği bir yere yerleşip halkımın hayatını tehlikeye atacağıma, milyarlarca yıldır bizi hayal kırıklığına uğratmamış olan evimize teşekkürlerimi sunup onu en az eskisi kadar güzelleştirmek ve arındırmak için teknolojimi ve paramı kullanırdım. Öncelikli gayem bu olurdu.