Biz insanlar, biz kötülük yuvaları, biz kin besleyiciler; bu dünyaya neden geldik? Bilen var mı? Amaç neydi? Tanrı bizi aramızda savaşalım diye mi yarattı, yoksa çevreye zarar verelim diye mi? Daha basit, daha yalın bir amaç yok muydu aslında her şeyin arkasında? Mesela bu amaç düşünmek, sevmek ve inanmak olamaz mıydı? Olabilirdi belki de. Fakat bizler, yine her şeyde olduğu gibi bu saf duyguları da kendi bildiğimiz gibi kirlettik. Öyle ki bu üç ana kök, değerini yitirmeye başladı.
Bu üç ana kökün ilkini düşünmek olarak alırsak aslında hayatımızın büyük bir parçasını da kapladığını görebiliriz. Düşünmek, gündelik hayatımızın kocaman bir kısmının içinde var olmakta. Kahvaltıdayken ekmeğe hangi reçeli süreceğimiz, okuduğumuz kitaptaki karakterleri sevip sevmememiz, derslere girerken o gün hangi konunun işleneceğini merak etmemiz… Düşünmeye kısaca vaktimizin çoğunu ayırdığımız hayatın en güzel beyin sporlarından biri de denebilir. Fikir üretmek, merak etmek, sorgulamak… Bu niteliklerimiz olmadan boş bir sayfadan ibaretiz. Başkalarının gelip kolayca doldurabileceği bir sayfa. Sorgulamadan ne kaliteli bir hayat ne de düzgün bir yaşam sürebiliriz. Kendi kafamızda belli konuları tartmalı, bizce doğru olana karar vermeliyiz. Sorgulamalı, en iyisini bulup önümüzdeki seçeneklerden almalıyız. Aksi takdirde başkalarının rüzgâr gibi fikirleriyle bir yaprak gibi savrulur dururuz.
İkinci olan sevmek, ruh ve akıl sağlımızın ana dayanağıdır. Nefretten uzak sevgi dolu bir kalbe sahip olmayı kim istemez ki? Mutluluğun hediye paketi olarak gelen sevgi, bu acı hayatı daha dayanılabilir kılmaktadır. Sevmek, sadece nefretten arınmak da değil aslında. Sevmek, birine değer vermek ve saygı duymak karşılığında da ifade edilebilir. O durumun içinde bulunmak ve o durumu muhafaza etmek sevginin getirdikleridir. Hayatımızda sevdiğimiz en az bir durum veya bir canlı olmadan yaşamak eziyetten farksızdır. Sevgi insana bir bağlanma duygusu vererek sarar ve kolay kolay bırakmaz. Sıcacık kollarına girdiniz mi bağımlısı oluverirsiniz sevginin.
İnanmak iki türlü da algılanabilecek bir kavram olmakla birlikte çok güçlü bir duygudur kimimiz için. Çok güçlü olmakla birlikte hayatta yaşam dayanaklarımızdan bir diğeridir bir şeye inanmak. Bu durum bir insana güvenmek olabilir, ona sırlarını açabilmek mesela… Ya da o kişinin bir şeyi yapabileceğine inanmak, zor durumların üstesinden gelebileceğine güvenmek olabilir. Aynı zamanda inanmak bir dinle de alakalı olabilir. İnsanların onları bilinmezliklerden kurtaran dinlere sarılması, içinde bulundukları o siyah ve soru işaretlerinin dolu olduğu çukurdan kurtaracaktır onları. Bazıları bunu suistimal etse de inanmak dünyadaki çoğu insanın ihtiyaç duyduğu bir duygudur. Bir tanrının varlığına, evrenin varlığına, ölümden sonrasının veya öncesinin varlığına inanmak…
Genel olarak bu üç durum ve duygu hayatımızda zamanımızı en çok harcadığımız ve sıklıkla hissettiğimiz duygular veya içinde bulunduğumuz ortamlardır. İnsanların gerçekten hayata gelme amacı bunlardır diyenlerin bir savunucusu olarak J.J.Rousseau da “İnsanlar; düşünmek, sevmek ve inanmak için dünyaya gelmiştir.” demiştir. Hayatımızın yapı taşları olan bu özellikleri ön plana almak veya en azından biraz öne çekmek en güzel çıkış yolu olacaktır.