Sıradan bir gündü. Elimde buharı üzerinde sıcak kahvem ve kucağımda bilgisayarımla kanepede oturmuş taslağının yazarlar tarafından onay gördüğü ve eğer başarabilirsem New York Times’da bile yayımlanabilme şansı olan romanımı yazıyordum. Küçük bir dağ evinde şehre uzak ve hiç kimsenin olmadığı bir yerde yaşıyordum. Ormanın ortasında olan küçük ve sevimli evimde çoğu kişinin tercih etmeyeceği bir hayat stili benimsemiştim. Her sabah ormanın serin ve ferah havasını burnumdan içeri çekmek beni bu hayata yeniden bağlayan sınırlı şeylerdendi. Adeta yeniden doğmuş gibiydim. İnsanlardan ırak olmak yazılarımı olumlu etkilemişti ve bana da hem zihinsel hem de fiziksel olarak bir güç ve motivasyon kazandırmıştı. Burada geçirdiğim her dakika gerçeklikten biraz da olsa kaçmama izin veriyordu. Geçmişimin beni bulamayacağı bir yerde sakin bir hayat sürüyordum ve gayet de mutluydum. Gereksiz muhabbetler ve samimiyetsiz sohbetlerden uzakta kendimle baş başaydım. Her hafta sonu şehre iner ve ihtiyaçlarımı karşıladıktan sonra ise tekrar evime geri dönerdim.
Kahvemden bir yudum daha aldım ve yazmaya devam ettim. Yaklaşık 15 dakika sonra mutfakta bir tıkırtı duydum. Tam mutfağa doğru ilerlerken de bilgisayarıma bir mesaj bildirimi geldi. Hafif uzaktan göz gezdirdim ve tam o anda şok geçirdim. Bu gelen mesaj benim telefonumdandı. Telefonumu bilerek mutfakta bırakmıştım. Yazı yazarken bildirim gelince dikkatim dağılıyordu. Bir fotoğraf gönderilmişti yavaşça fotoğrafa baktım. İnanılır gibi değildi! Gönderilen fotoğraf evimin tam dışarısından çekilmişti. Birisi pencereden beni çekmişti. Hem de tam şu anki halimi.
Daha sonra bir mesaj daha gelmişti. “Hadi saklambaç oynayalım, ben saklanayım sen de ebe ol.” Bu çok kötü bir şaka olmalıydı. “Benimle oyun oynama! Şaka dediğin komik olmalı ve bu şaka artık haddini aştı. Lütfen polisi aramadan çık ortaya.” Ortada bir sessizlik oluştu. Polisi aramakla tehdit etmiştim ve hala kendini ifşa etmemişti. Daha sonra bir mesaj daha geldi. “1 dakikan kaldı. Eğer beni bulamazsan bir sonraki tur ebe ben olacağım ve bunu ikimiz de istemeyiz.” Nasıl yani, bu ne demekti şimdi? Elime irice bir bıçak aldım ve evde gezinmeye başladım. Bulduğum anda onu evime geldiğine pişman edecektim. Bir kez daha bağırdım umutsuzca. “Ortaya çıkmazsan polisi ararım!” Bir mesaj daha gelmişti fakat bu bir sesli mesajdı. “Polisi arayamazsın telefon bende, ayrıca ev telefonunun hattını kestim. Ben de seni akıllı sanırdım. Bu iş çok uzadı ebe benim, hadi saklan kızım. Aynı annenden kaçar gibi saklan. O bizi ayırdı. O bizi ayırdı ve ben ne yaptım ne ettim seni bu ormanın ortasında olsan bile buldum. Bak hem seninle hiç saklambaç oynamamıştık değil mi? Hadi oynayalım kızım, hadi saklan.” Salondaki tabloyu görünce her şeyi hatırladım, anladım.” Küçük yaştayken anneme babamın yerini sorduğumda bana hep onun hasta olduğunu, gelemeyeceğini söylerdi. Hiç inanmazdım ona. Fakat haklıymış. Meğerse onu hastaneye değil de bir akıl hastanesine kapatmışlardı. Beni 1 kere bile onunla görüştürmemişlerdi. Demek bu yüzdenmiş. Sevgi insanın gözünü bu denli nasıl kör edebilirdi..?
Evet, sonunda! Kitabımın birinci bölümü tamamdı. Kendimle gururlu bir şekilde bir daha okudum. Gerçekten de çok güzel olmuştu. Hikaye kendine sürüklüyordu ve gizemliydi. Bu kadar çabuk bitirebileceğimi sanmıyordum. Yazıyı editörüme gönderdim incelemesi için. Akşam için yemek hazırlamaya başlamıştım. Ta ki bilgisayarıma bir bildirim gelene dek…