Gözlerimi yavaşça araladım. Çok güneşli bir sabahtı. Kuşların neşeli ötüşmelerini duydum. Ama sesleri beni rahatsız etmişti. Dünyanın nasıl bir yer olduğundan, ne kadar acımasız olduğundan habersiz yarın yokmuşçasına nasıl ötebiliyorlardı? Eskiden ben de hayattan keyif alırken yaşadığım bir olaydan sonra bardağın boş tarafına bakar olmuştum. İç çekerek mutfağa doğru ilerledim.
Mutfağa adımımı attığım anda burnum nefis bir krep kokusuyla buluştu. Babamı ocağın başında görünce az da olsa gülümsedim. Yalnız olmadığımı hatırlamak beni mutlu etmişti. Masaya oturdum. Babam bana dönüp gülümsedi. “Heyecanlı mısın bakalım?” Kafam karışmıştı. Ne için heyecanlı olmam gerekiyordu? Cevap vermeden önce tereddüt ettim. Önemli bir günü unuttuysam babam çok üzülürdü. “Ne için?” Babam şaşkın bir yüz ifadesine büründü. “Bugün günlerden ne?” diye sorunca telaşlanmaya başladım. Kesin önemli bir tarihi unutmuştum. “Pazar.” diye cevap verdim soru sorar gibi bir tonda. Babamın yüzünde hüzünlü bir gülümseme oluştu. “Bugün ayın 24’ü. Yani biricik kızımın dünyaya geldiği gün.” dedi. Duyduklarıma inanamadım. Kendi doğum günümü mü unutmuştum ben? Özür dilemek istedim ama kendi doğum günümü unuttuğum için babamdan özür dilemem biraz saçma olurdu. Bu yüzden cevap vermeden yerdeki fayansı seyretmeye başladım. Beklemediğim bir anda babam “İyi misin?” diye soru verdi. Yüzüme bir gülümseme yerleştirip kafamı olumlu anlamda salladım. İşin aslı bu sorunun cevabını ben de bilmiyordum. Ama babamı endişelendirmek istememiştim. Onu da üzmek en son isteyeceğim şey olurdu.
Her şey o gün başladı. Hastanenin soğuk koridorunda oturmuş düz beyaz duvarı seyrediyordum. Doktor sonunda babam ve beni içeri almaya karar verdi. Odaya girdiğimizde kalbim paramparça oldu. Annemi hastane elbisesi ile yataktan bize yorgun yorgun bakarken görmek canımı yakmıştı. Kötü haberi o zaman duyduk. Kalbime bir hançer gibi saplanan acı haberle dünyam altüst oldu. Annemin kanser olduğunu öğrendim. O günden sonrasıysa daha beterdi. Cehennemi yaşıyor gibi hissetmiştim. Her gün okula gidip geliyor, hiçbir şey olmamış gibi davranıyordum. Eve gelince ise saçları ilaçlardan dökülen, bana hep yorgun gözlerle bakan annemle karşılaşıyordum. Her gün uyuyana kadar ağladığımı dün gibi hatırlıyorum. Ama annemin yanında cesur bir ifade takınıyordum. Çünkü desteğe ve morale ihtiyacı vardı, ağlak bir kıza değil. Her zaman her şeyin düzeleceğine ikna ettim kendimi. Ama dediğim gibi hayat çok acımasız. Hiçbir şey benim istediğim gibi gitmedi. Annem hastaneye kaldırıldı. Çok geçmeden de hayata gözlerini yumdu. O günden itibaren her şeyi unutmak istedim. Hiçbir şey yemiyor içmiyordum. Babam bana bir terapist buldu ve artık daha iyiydim. Belki de değildim. Belki de kendimi öyle ikna etmeye çalışıyordum. Her iki türlü de bu hayatımda en çok değer verdiğim iki insandan birini kaybetmiş olduğum gerçeğini değiştirmiyordu.
Kahvaltıdan sonra babam beni salona götürdü. Halının üzerinde küçük bir hediye paketi duruyordu. Paketi elime aldım. Hediye paketini açtığımda şok oldum. Hayatımda gördüğüm en güzel bilezikti bu. Altın bir anahtar vardı. Anahtara yakından baktığımda ikinci bir şok yaşadım. Annemin adı anahtarın üzerine kazınmıştı. Kalbime buruk bir acı girdi. Dolu gözlerle babama döndüm. O da bana hüzünle bakıyordu. “Annenle ilk tanıştığımızda ona almıştım bu bileziği. Şimdi senin olmasını istiyorum.” dedi. Ağzından çıkanları duyunca gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Bir anda yalnız olmadığımı hissettim. Sanki annem de yanımdaymış gibi…
O an düşünme şeklim değişti. Annemi kaybetmemiştim. Ondan geriye kalanlarla annem hala yanımdaydı. Bilekliği bileğime takıp düşünmeye başladım. Bu bilekliği hiç çıkarmayacaktım. Bileklik bileğimde olduğu sürece annem de yanımda olacaktı.