Dünya dönüyordu, yıllar geçiyordu ben fark etmesem de. Monoton yaşamıyordum ama nasıl yaşadığımı da tarif edemeyeceğim, belki de önce nasıl yaşadığımı bulmam gerekiyordu. Kendimi tanıdığımı zannederim hep fakat ‘çok sevdiğim’ eşim her eve geldiğimde ruhumu nerede bıraktığımı sorardı bana, yalancı bir gülüşle bakardım yüzüne. Ayakkabılarımı çıkarır mutfağa geçer üstünde yıllar önceden kalma kırmızı oval fırın bulunan, içindeki sarı lambanın loş ışığında duran yemeklerden birini seçer ve meşe ağacından yapılmış olan masaya oturur balkon kapısından masmavi gökyüzüne bakar dururdum. Tanımıyordum kendimi, bilmiyordum, göremiyordum açıkçası merhamet duyamıyordum etrafımdaki canlı cansız hiç bir şeye. Can ağabeyin şiirinde son kıtaydı yaşadıklarım;
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin
Kadar
Sevilirsin…
Sabahın ilk ışıklarıyla kalktım kuzeye doğru bir yolculuğa başladım. Arabaların egzoz kokusundan sonra karayel açık olan camdan ıslık çalarak arabanın içine doğru kıvrıldı. Beraberinde çam ağaçlarının kokusunu getirmişti, sevemedim bu hissi. Zirvedeydim artık, olabilecek en üst noktada. Bulutların tepesinde güneşe en yakındaydım. Ne bu hal, dedi içimdeki ruh. Ayaklarım beni uçurumdan aşağıya çekiyordu, koşarak arabanın kapısını açtım, motorun sesiyle beraber toprak yoldan aşağıya süzüldüm. Yol kenarındaki bir çeşmeden bolca su içtim, işte ruhum şimdi kıpırdamaya başlamıştı. Sonunda aradığımı bulduğumu zannettim fakat bu sadece küçük bir başlangıçtı. Tarlaların içinde, günebakanların etrafında oyun oynayan çocuklara döndürdüm kafamı. Acaba onlar neyi sevdiklerini öğrendiler mi diye geçirdim içimden. Gökyüzündeki beyazlığın ışıkları karanlık otoban yoluna yansımıştı, mavi dünya griye bürünmüştü.
Yemyeşil bir ormanın içindeydim sabah olduğunda, arabayı bir palamut ağacının kenarına çektim, koltuğumu yatırdım ve kuşların çıkardığı onlarca ses ile rahat bir nefes aldım. Arabanın camındaki tıkırtı ile kalktım, uzun boylu, pos bıyıklı, cevval bir orman bekçisi meraklı gözlerle bana bakıyordu. Camı açtığımda neden, nereden geldiğimi sordu. Bir geziye çıktığımı ağacın gölgesinde dinlenmek istediğimi söyledikten sonra bana bir öğle yemeği teklif etti. Bu cazip teklife hayır diyemedim, araçtan indim. Beni yetmiş metre uzaklıktaki kulübesine götürdü. Tahta kaşığın bakır tencerede çıkardığı sesler ile beraber oldukça iştah açıcı bir yahni yaptı. Yanında ise pek uzakta olmadığını sandığım evindeki koyunların sütünden yapılmış bir bardak ayran verdi. Ona işini neden yaptığını sorduğumda yürümeye başladığından beri bu ormanın onu mutlu ettiğini, huzurlu hissettirdiğini söyledi. Burayı avucunun içi gibi öğrendiğini ama hala keşfetmediği canlıların yaşadığını da dile getirdi.
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin
Kadar
Sevilirsin…
Yemekten sonra son kalan benzinle daracık yollardan oraya inmiştim. Maviliğe, sakinliğe, sonsuzluğa. Tarifsiz bir histi orada olmak. İçimdeki sevgi boşluğu dolmuş, kendimi öğrenmiştim. Ben mavi suların uçsuz bucaksızlığını çok sevmiştim. Fakat o beni sevecek miydi bunu bana başka bir sonsuzluk olan zaman gösterecekti.