Devletlerin temeli toplum üstünden atılır. Öyledir ki toplum devletin, devlet de toplumun geleceğini belirler niteliktedir. Bu iki yüce varlığın devamlılığını sürdürebilmesi için birtakım koruyucu etmenlere ihtiyaç duyulur. Devletin ihtiyaç duyduğu en büyük etmen ise “Hoşgörü” dür.
Bugüne kadar çoğu devlet varlığını koruyabilmek, sürdürebilmek için halk ile olan bağlarını sıkı tutmuş ve onların isteklerini gerçekleştirme amacıyla kararlar almışlardır. Bu durum için belki de en iyi örnek olan Osmanlı Devleti, hükmettiği yerlerde yerli ve yabancı(azınlık) halkı dinlemiş ve onların çıkarlarını göz etmiştir. Örneğin Osmanlı, azınlıkların dinine yahut diline karışmamış ve istedikleri şekilde ibadet etmelerine olanak sağlamıştır. Bunun yanında adli olaylar ile ilgilenen kadılar, yalnızca yerli halk için mahkemede görev yapıyordu, azınlıkların yargıçları padişahın da onayı ile kendi kiliseleri yahut patrikhaneleri tarafından belirleniyordu. Bu da bizlere o dönemde herkesin aynı dili konuşmadığı, aynı inanca sahip olmadığını, eşit bir yargılamanın mümkün olmadığını gösteriyor. Osmanlı’nın uyguladığı istimalet politikası her ne kadar iyi başlamış olsa da uyguladıkları politikanın bir sınırı olmadığından; özellikle Fransız Devrimi’nden sonra çok uluslu bir yapı olan Osmanlı Devleti, yavaş yavaş dağılmaya yüz tutar azınlık isyanlarıyla.
Öte yandan hoşgörüsüz bir toplumu ele alalım mesela Hitler Almanya’sı… Hoşgörünün yerlerde olduğu ve ırkçılığın, korkunun kol gezdiği bir dönemde halk isyan edebilir miydi? Burada aklımıza Platon’un meşhur sözü geliyor, “Saygı olan yerde korku olur ama korku olan yerde her zaman saygı olmaz.” Yani kitleleri kontrol etmek için korku değil saygı ön plana çıkar ve saygı ancak hoşgörü ile kazanılır, bir zamanlar Hitler’e hayran olan Almanların şu an kendisinden bahsederken büyük bir tiksinç ve nefret duyması tam da bu sebeptendir.
Hoşgörü(süzlük) yalnızca bir döneme bağlı kalmamakla birlikte hala bu olguyu gözlemlemek mümkün. Söz gelişi Fransa… Fransızlar, kendi dili dışında bir dilin konuşulmasını kendi ülkelerinde kati suretle istemediğinden, farklı dilde konuşan kişilerle ellerinden geldiğince konuşmuyorlar ve bu olgu neredeyse kalıtımsal bir durum hali aldı. Mamafih Almanlar, geçmişini telafi etme arzusundan olsa gerek, şu sıralar ülkesine gelen yabancılara daha çok denge politikası uyguluyor böylece hem devlet hem de halk kendini korumuş oluyor.
Amerika Birleşik Devletleri namıdiğer “Özgürlükler ülkesi”, vatandaşlarına sunduğu hakları her ne kadar hoşgörü gibi yorumlasak da hoşgörüsüz insanların bulunduğu bir güruha hoşgörü göstermek ne kadar doğru olur? Bu soru yirminci yüzyıldan beri büyük düşünürlerin uğraş kaynağı olmuştur. Bu düşünürlerden biri olan Karl Popper’a göre, “Sınırsız tolerans, nihai olarak toleransın ölümüne yol açar yani kontrolsüz hoşgörü, hoşgörüyü ortadan kaldırır. Yani siz başkalarına karşı hoşgörüsüzlük yapanları, Derek Chauvin (George Floyd’un boğulmasına sebep olan beyaz polis memuru), hoşgörü ile yargılarsanız hoşgörü George Floyd ve daha niceleri ile birlikte yok olur.
Düşünce özgürlüğüne karşı hoşgörü Yakın Çağ’ın savunduğu başlıca kavramlardan biridir. O halde hoşgörüyü ve düşünce özgürlüğünü harmanlayacak olursak ortaya, istediğimiz şeyleri düşündüğümüz ve her şeye hoşgörü ile yaklaştığımız bir sonuç çıkar. Öyleyse Nazilere ve sırf bir teni siyah diye katliam yapan beyaz polislere, sırf onlar siyahi ve fakir diye Cezayir Soykırımı yapan Fransızlara ve onların savunduğu fikirlere saygı duymamız gerekir. Bu yüzdendir ki limitsiz hoşgörü mümkün olamaz, olduğu takdirde hoşgörü kavramı anlam varlığını kaybeder. Karl Popper’ın da dediği gibi, ” Hoşgörüsüze karşı hoşgörü gösterme hakkı daima saklı tutulmalıdır.”