Hayal ettiğimiz “tabiat ahlakına” ulaşmayı arzuluyorsak bütün insanlık olarak üzerine düşünmemiz ve sorgulamamız gereken önemli hususlar vardır. Bu hususlar, genellikle, “evren – insan” ikilemesiyle sıkı sıkıya bağlanmış olmakla beraber en derinlerimizi sorgulamaya iter. İçinde cevaplanması güç pek çok soru barındıran bu dipsiz deniz, eğer bahsettiğim türden bir arayışa çıkarsanız size bazı sorular yöneltecektir: “Ey insan, sen nesin?”
Doğal olarak insan, yani biz, ilk başta bu okkalı soruya mantıklı cevaplar veremeyiz. Görürüz ki, biz net olarak bir şeylerin parçası değilizdir. Doğada hiçbir şey “insanlar ne olur gitmeyin!” diyerek yalvarıp yakarmaz. Misal, bulutlar bize ihtiyaç duydukları için yağmur yağdırmazlar veya arılar sırf biz varız diye bal yapmazlar. Tersine, insan bir illettir onlar için. Yani, evrendeki kusursuz güzelliğin ve dengenin “büyük zinciri” vardır ve biz sadece fazladan birer parçayken bu zincirin her çemberi başkasına bağlanarak “doğa” olarak teşhis ettiğimiz şaheseri yaratır. Dahası, farklıyızdır. Tabiatta hiçbir şeyin sahip olmadığı kadar zekâmız ve en önemlisi bilincimiz, yani farkındalığımız vardır. Sadece bizizdir; değer biçebilen, hüküm verebilen, üretebilen, düşünebilen. Karanlıktadır diğerleri, insandır aydınlık. Fakat en sonunda anlarız ki, aslında ne kadar da güçlüyüz. Aniden doğrulur, denize döner ve deriz ki: “Ben, benim; bu dünyanın tek sahibi.”
Tanık olduğunuz bu yazılı nümayiş, aslında bizlere insanın fıtratıyla birlikte içindeki “benliği”, eş anlamlısıyla “egoyu”, ve onun asırlar sonra nasıl büyük bir kibir ve hırs unsuruna dönüştüğünü güzel bir şekilde gözler önüne seriyor. Tabi ki bizler de insanın bu yükselişinin ardından yaşadığı gezegeni nasıl gücü altına alarak değiştirdiğini, manipüle ettiğini gayet iyi biliyoruz. İlave olarak, görüyoruz ve deneyimliyoruz da. Hepimiz haberlerden, gazetelerden, sosyal medya aracılığıyla dünya çapında “medeniyetimiz” yüzünden neler olduğunun haberlerini okuyoruz. Her yıl; yaklaşık 150 milyon metreküp karbondioksitin enerji üretmeye veya tüketmeye bağlı olarak atmosfere salındığını, 5 milyon hayvanın orman ve habitat kaybından öldüğünü, 2.7 milyon ton plastik atığın deniz ve okyanus sularına karıştığını, “insanlığın iyiliği adına” 100 milyondan fazla hayvanın canlı denek olarak sadece Amerika’daki laboratuvarlarda öldürüldüğünü… Bunları görüyoruz, değil mi? Anlamamız, yaşadığımız gezegeni dibine kadar çürütmeye başladığımızı idrak etmemiz gerekirken biz hala kendimize yalan söylemeye devam ediyoruz. “Evrendeki her şey insan için yaratılmıştır.” diyoruz. Âdemoğlunu bir saniye bile olsun bu evrenin en büyük mucizesi olarak görmeyi bırakamıyoruz. Acaba sonsuz güç sahibi tanrılara mı özeniyoruz? Bir de efendiliklerine soyunduğumuz virüsler tarafından evlerimizde tutsak edilmişken? Ne kadar da trajikomik!
“Birçok insanda, Dünya’nın evrenin merkezinde ve kendilerinin de tüm türlerin merkezinde olduklarına inanmalarını sağlayan büyük bir ego vardır.” demiş sevgili yazar Ann Druyan. Ne kadar da özlü bir söz, hüküm sürdüğünü sandığı “sonsuz” evrendeki “sonlu” dünyalarını hem küstahça hem de bilinçsizce çarçur eden “sonsuz” ego sahibi “sonlu” efendiler için.