Küçükken evvelemirde yılların geçmesini isteyen bizler, neden bu günlere geldiğimizde her günümüzün bir öncekinden daha yavaş olmasını diliyoruz? Belki de bilmediğimiz bir sonsuzluğa sahip ölüm bizi ürkütüyordur oysaki ölüm, hayatta olmanın bedeli sayılmaz mı, hayat ise ölüme razı olmamızın ödülü? Yaşamımızı bir tiyatro sahnesi gibi düşünürsek bizler yönetmenken tüm kontrol elimizde sanabiliyoruz. Oysa Can Yücel ”Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, sevdiğin kadar sevilirsin…’’ demiş.
İnsanlar olarak hep anlaşılmak ister ve empati duyulmasını bekleriz. Yeri geldiğinde benim yerimde olmadan benim yerimde olmaya çalışmak ne demektir bilemezsin, deriz. Unuttuğumuz bir detay var ki karşı geldiğimiz o bütünü oluşturan birler de biziz. Farkında olamadan o küçükken çizdiğimiz mükemmel şekle sahip olmayan kalbimize o kadar çok sevgi sığdırıyoruz ki sevenin elbet sevileceğine neredeyse eminiz. Ancak unutmamamız gereken bir şey var: ” Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, sevdiğin kadar sevilirsin…’’
Ayrılıklardan ürkeriz ya da kopuşlar bizi düşüncelere sürükler. Çünkü insanın asaletle sınandığı andır ayrılık. Veda etmeyi basit bir şey sanmamalıyız da. Duygularımıza adil olduğumuza inanmıyorum. Gözyaşı mesela… Neden kafamızda hüzünle eşleşiyor da çok kahkaha atmış bir insanı anımsatmıyor? Özlemi neden güzel düşünmemiz gerekiyor mesela, bu hayatta her şeyin iyi olması gerektiğine inandırılan çocuklar olarak büyümeseydik hüzün bizi bu kadar üzer miydi? “Üzülmezdik.” diyebiliriz birçoğumuz ama “Özlemezdik.” diyebileceğimizi sanmıyorum. Sonuç olarak ezbere bildiğimiz bir yaşamdan bıkmak bizimki, özlemi kaçınılmaz olduğu kadar dönüşü de mecburi. Oysaki ezbere bildiğimizden emin olmamalıyız. Çünkü “Her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, sevdiğin kadar sevilirsin…”
Sabahattin Ali “Canım Aliye, Ruhum Filiz” kitabında şu satırlara yer veriyor: ”Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek.” Cümleyi birkaç kez okuduğumuzda kafamızda farklı soru işaretleri oluşuyor, mesela sevilmeyi mi tercih ederdik yoksa sevmeyi mi? Yapılan bir sokak röportajındaki yüzdelere göre insanların yüzde altmış altısının, sevilmenin daha üstün olduğunu söylediğini görüyoruz. Bana sorarsanız bu sorunun bir doğru cevabı yok. Biz insanlar kolaya alıştığımızı, bir konuya yeterince kafa yormayıp vazgeçtiğimizi ya da kısaca bencil olduğumuzu söyleyebiliriz. Oysaki biz duygularımıza dayanarak bunları söylerken Sabahattin Ali satırlarına şöyle devam etmiş: ”Başka bir insanı bahtiyar edebilmek, kendini bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insancadır.” Can Yücel ise şöyle söylüyor: ”Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, sevdiğin kadar sevilirsin…”
Zaman acımasızca ilerlerken biz yirmi birinci yüzyıla kadar geldik, dakikaların bu amansız mücadelesinde sevgi ve aşk olumsuz etkilenmiş olabilir mi? Eskiden meşakkatli ve ulaşılamaz olan vuslatları düşündüğümüzde yaşadığımız hayatlar çok kolay gibi geliyor. Şimdi bir telefon araması ya da bir fincan kahvenin yanındaki sohbet kadar uzağız sevgiye. Düşünmüyoruz da… Eskiden olduğu gibi bir şairin saatinin kayışına kazıyacağı isim kadar değerli değil artık bağlar. Olur olmaz üzülmüyoruz da… Tek bir sözcüğe bağlıyoruz her şeyi… Bizi sağa sola fırlatan bir sözcük, adına kader dediğimiz. Belki de yeteri kadar sevmiyoruz? Tıpkı Can Yücel’in dediği gibi ”Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, sevdiğin kadar sevilirsin…”
Nazım Hikmet’in göz bebeği, sevgilisi Vera’sına dediği: ”Dün sesini işittiğimde dünyanın en mutlu insanı oluverdim. Hep bizi, seni ve beni düşünüyorum.” diyebilecek kadar seveceğimiz, Can Yücel’in dediği gibi sevdiğimiz kadar sevildiğimiz günlere…