Kırıntılar

Küçüklüğümüzden beri dilimizden düşmeyen şeyler arasında gelecek ve geçmiş vardı. Durmadan birbirimize geçmişe gidip hatalarını düzeltmek telafi etmek mi istersin yoksa geleceğe mi gitmek istersin diye sorardık. Aslında yetişkinlere baktığımızda onlarda bu ikilem arasında mekik çekiyor. Ama çocuklara kıyasla onlar daha çok geçmişin peşindeler. Buna en basit örnek olarak günlük hayatlarından, işlerinden örnekler verebiliriz. Mesela işyerinde yaptıkları küçücük hatayı, trafiği kaldıkları için veyahut günlük hayatta kullandıkları kelimeleri bile geriye almak, değiştirmek isterler. Çünkü dünyanın tüm yükü omuzlarına yüklenmiş, yaptıkları en küçük bir hata bile affedilemez olduğunu düşünürler ve öyle davranmaya çalışırlar.

Küçüklerin ise aslında ebeveynlerinden pek farkı yoktur. Onlarda hayatlarını hep anne babalarına, yetişkinlere kanıtlamaya adamışlardır. Bu yüzden yaptıkları, söyledikleri hatta düşündükleri bazı şeylerden utanç duyarak balarını öne eğerek, sanki dünyanın sonuymuş gibi hüzünlenerek ebeveynlerinden gelecek tepkiyi beklerler. Onlar için asırlar gibi süren bu sürede çoktan akıllarından zamanı geriye almış, senaryolar yaratmaya başlamış bulunurlar. Bunu da halı desenini ezberleyerek yaparlar genellikle. Ne yazık ki onlara kimse hayatın hatalarla oluştuğunu, düşe kalka ayakta durmayı öğreneceğimizi kimse söylememiş. Oysaki hayatlarımızı en büyük hırsıza, zamana, kaptırmak yerine, geçmişteki yaptığımız hataların ardından keşke diyerek bir yere varmayı beklemek yerine hatalarımızla yeniden gün yüzüne çıkmayı öğrenmeliyiz. Ancak bu şekilde reform olabilir, karabasanlarımızın üstüne çökebiliriz.

Bir de insanların üstesinden gelemedikleri diğer şey ise gelecek kaygısı. Biz insanlar ne geçmişi geçmişte bırakabiliyor, ne de geleceği akışına bırakabiliyoruz. Sırf gelecek kaygısıyla dirseklerimizi masa başında çürütmemiz, hayatımızın en güzel yaşlarında bile minik ekranlara kafamızı gömmemizi başka bir açıklamışı yoktur çünkü. Hâlbuki kafamızı bir kaldırsak, yüzümüze bir gülümseme kondursak ve ne gelecek ne de geçmiş kaygısı yaşasak dünya gözümüze pespembe gözükür. Aynı Polyana gibi oradan oraya bir çekirge gibi sıçrarız. Ne çocukluğumuzu, ne gençliğimizi, ne yetişkinliğimizi, ne de ihtiyarlığımızı telaşa ederiz. Kulağa çok doğru gelmeyebilir ilk başta fakat geçmişe gidip hatalarımızın üstüne siyah bir çarşaf örtsek, geleceğimizle bir oyuncak gibi oynasak ne kendiniz buna sessiz kalabilirsiniz ne de evren. Çünkü ilk aşkınızla, en yakın arkadaşınızla, ileride evleneceğiniz kişiyle, sahip olacağınız çocuklara hayatınızda yaptığınız küçük hatalar, tesadüfler sebep olur. Siz ise geçmişinizle, geleceğinizle oynayarak hayatınız renk katan tesadüflere, alın yazınıza, kaderinize, çelme takmış oluyorsunuz.

Sezai Karakoç’un ‘Ve son sözü hep alın yazısı söyler.’ sözünü ezip geçmemizi mi teklif ediyorsunuz? Veya ‘Alın yazısı bir kere yazıldı mı bir daha asla değişmez.’ sözüyle oyuncak gibi elinizde mi oynatıyorsunuz aynı hayatınızla oynadığınız gibi? İşte bu bizim asıl endişelenmemiz gereken konu. Ne geçmişteki yaptığımız hatalar, ne de gelecek kaygılarımız bizim zamanı durdurabilir. Bu yüzden zamanın efendisi gibi davranmayı bırakıp gerçeği kabullenmeli ve yolumuza yüzümüzdeki gülümsemeyle devam etmeliyiz.

 

(Visited 35 times, 1 visits today)