“Semra, arkanda!” takım arkadaşlarımdan biri bağırdı. Hızla dönüp bana atılan su şişesini yakaladım. “Her zamankinden daha çeviksin bakıyorum.” dedi sırıtarak. “Belki sonunda seni yenerim.” dedim, soyunma odasını o tanıdık ter kokusu kaplamıştı. Yüzümü gözümü buruşturdum. “Eminim rüyalarında yeniyorsundur.” dedi Alara gülerek. Eşofman üstümü giydim ve tenis raketimi aldım, “Hadi yarın görüşü-”. TOK! Ayaklarım yerden kesildi ve sırtım duvara çarptı. Nefes almaya çalıştığımda sadece boğuk bir ses çıkardım. Elime baktım. Tenis raketim yoktu, en sevdiğim raketim. Etrafımda insanlar çığlık atıyorlar, koşuşturuyorlardı. Raketim neredeydi, olanlara anlam veremiyordum. Soyunma odası tersine dönmüştü; demir dolaplar devrilmiş, takım arkadaşlarımın kıyafetleri her köşeye yayılmıştı. Tavandan sesler gelmeye başladı? TAK! Ayaklarımın önünde tavandan düşmüş ışıklar duruyordu. Kendime geldim. Yavaşça ayağa kalktım. Herkes dışarı çıkmıştı. Hayır, herkes değil. Alara. “Alara!” diye haykırdım. Az ötede sarışın saçları gözüme takıldı. Bacağı devrilen bir dolabın altında sıkışmıştı. “Semra bacağım oynamıyor.” dedi. Titrek sesi korkunun tam kendisiydi. “Semra bacağımı hissetmiyorum.”, bunu tekrar tekrar söylüyordu. “Tamam, seni buradan çıkaracağız.” dedim. Güçlüydüm, ama bu dolabı kaldırabilir miydim? Tüm gücümle dolabı çekiyordum ama boşaydı. Tam o anda ayaklarımın altındaki zemin oynamaya başladı. Dengemi kaybettim ve yere düştüm. Kolumu demir dolabın kenarı kesmişti. Tertemiz kan kollumdan aşağı süzülüyordu. “Kızlar neden hala içerdesiniz?” koçumuz odaya girdi. Zemin hala sallanıyordu. Koç Alara’nın bacağını gördü ve hemen yanımıza geldi. “Semra bana yardım et.” İkimiz birlikte dolabı sadece Alara’nın kurtulabileceği kadar kaldırdık. “Hadi dışarı çıkmamız lazım.” dedi koç ve Alara’yı kucağına aldı. Dışarı çıktığımızda sarsıntı devam ediyordu. Bir dakika olmuştu. “Aileniz ile haberleşebildiniz mi?” diye sordu koç. “Evet, burdan çok uzak olmayan bir buluşma noktamız var.” dedi Alara. Benim çantam ve yanında telefonum içeride kalmıştı. “Koç içeri girip telefonumu almalıyım.” dedim. Buna izin vermeyeceğini biliyordum. Koç’a buluşma noktamız olduğunu söyledim. Koç Alara’ya yardım etmesi gerektiğini söyledi ve ailemi bulduğum an onu aramamı istedi. Yalnızdım ve sarsıntı durmuştu. 1 dakika 15 saniye sürmüştü lanet olası.
Evimize doğru koştum. Soyunma odasında, o kısa zaman içinde neler olup bittiğini kavrayamamıştım. Her şey çok uzakta geliyordu. Arabalar ters dönmüş, yollar üst üste binmişti. Bacaklarım kendi kendine hareket ediyordu. Etrafımda yıkılmış binalar, kaldırımda oturmuş gözleri çaresizlikle donuk donuk etrafı izleyen insanlar, ne olduğunun daha farkında olmayan bebekler, ağlayan çocuklar… Hiç biri gerçek gelmiyordu bana. Sanki bir filmin içine düşmüştüm. Gerçek olduğunun bir kanıtı vardı; ancak toprak ana bu kadar büyük yıkımı ve acıyı hayal edebilirdi, bir insan, bırakın bunu filme çekmeyi, düşünmek bile istemezdi. Kolumdaki sızlama beni o ana geri getirdi. Ailemi bulmalıydım, onları bulursam herşey düzelecekti.
Sonunda evimizin önüne varmıştım, ama karşımda ev durmuyordu. Un ufak olmuş beton tozlarının üstünü bir çatı örtüyordu. Kolumdaki derin yara, koşmaktan erimiş bacaklarım, adrenalinden dönen başım… Her şey çok gerçekti. Evim toza dönmüş rüzgârla kardeş olmuştu. Orda dona kaldım, yerimden kıpırdayamıyordum. “Semra! Allahım, iyi ki sapa sağlamsın.” arkamdan gelen ses beni kucakladı. Karşımda ailem vardı; annem, babam ve kardeşim. Kucaklaştık. Annem kolumu tuttu. “Bırak da kolundaki yarayı temizliyim.” Dedi ve yanıtımı beklemeden yanındaki ilk yardım çantasından birşeyler çıkarıp yarama döktü. Acıdan gözlerim kararmıştı. “Hemen bitecek.” diye beni teselli etti annem. Kolumla uğraşı sürüyordu, ama ben gözlerimi kapattım. Kanı pek sevmem.
Annemin işi bittiğinde etrafımızda başka insanlar toplanmıştı. Annem sesini herkese duyurarak, “Şehirden çıkmamız lazım, tsunami bekleniyor. Bizimle yürüyerek dağlara gelmek isteyenler bu taraftan.” dedi. Annem bu tür olağanüstü durumlarda çok sakin kalabiliyordu, keşke bu yönünü alsaydım. Annem grubu topluyor ve ilk yardım uyguluyordu. Kalabalığın içinde koç ve Alara’yı gördüm. İçim biraz rahatlamıştı, nasıl olsa büyük deprem bitmişti. Tam yola koyulacaktık ki kalabalığı delerek ilerleyen yaşlı bir eş bize yaklaştı. Birisi eğilip yanaklarımı sıktı; bunlar benim en sevdiğim anneannelerimdi. “ Güvende olduğunuza çok sevindik.” dedi anneannem, üstünde kedili bir kazak vardı. “Biz de çok sarsıldık ama evimiz iyi durumda, oraya geri döneceğiz. Nasıl olsa bu yaşta sizinle dağlara kadar da çıkamayız.” dedi diğer anneannem, üstünde yusufçukların olduğu bir kazak vardı. Bu iki kazağı da ben ve kardeşim onlara hediye olarak almıştık. Yusufçuklu olan benim hediyemdi; en sevdiğim hayvandır. Bu güzel an annem tarafından bozuldu. “Anne burda kalmak tehlikeli olabilir.” dedi. Anneannelerim inatçı bir şekilde itraaz ettiler. Yeniden yer sarsıldı. Bu sefer 3 saniye sürmüştü. Bunun üzerine anneannelerime veda ettim ve annemin peşinden yola koyulduk.
Yol boyunca kardeşimle konuştum, daha demin olanlar dışında her şeye değindik. Bir süre yürüdükten sonra annem herkesi daire şeklinde topladı. Elinde bir radyo vardı. Konuşmadan önce derin bir nefes aldı; bunu her yaptığında kötü bir haber verirdi. Ama bu sefer bir şey farklıydı, normalde sakin olan suratı dehşettin binbir rengine bürünmüştü. “Radyoyu sonunda çalıştırabildik.” dedi, durdu. “Yeni haberler aldık. Daha demin yaşanan deprem sadece bir… öncüymüş.”. Bunu söylediği anda grup telaşa kapıldı. Bazıları ağlıyor diğerleri de bunun gerçek olamayacağını iddia ediyordu. “Abla, öncü nedir?” diye sordu küçük kardeşim. Gözlerimin dolduğunu hissettim, bu kâbus daha bitmemişti. “Büyük depremden önce gelen küçük depremler.” diye yanıtladım. Annemin yanına gittim. “Anne şimdi ne olacak?” diye sordu kardeşim. Annem biraz düşündükten sonra “Bize bir şey olmayacak sadece bir daha biraz sallanacağız.” dedi. Annemi ilk kez bu kadar çaresiz görmüştüm. “Anne birileri anneannelerimize haber vermeli.” dedim. Biliyordum ki onların ne radyosu ne telefonları vardı. “Haklısın kızım.” dedi alçak bir sesle. “Ancak sizin devam etmeniz gerekiyor.” dedi. Gülmeye başladım, “Anne istediğin kadar kahraman rolü yap. Ben buradaki tek sağlıklı sporcuyum. Hepinizden hızlıyım, hemen gidip gelebilirim.” dedim. “Asla buna izin vermem!” dedi annem sertçe. “Anne sizi çok seviyorum ama sen izin versen de vermesen de gitmem gerekiyor. Ne arkamdan mı koşacaksın?” dedim, bacağını işaret ederek. Kardeşimin yanağını öptüm sonra babama ve anneme sarıldım. “Merak etmeyin hemen geri gelirim siz yolunuza devam edin.”. Bunları yaparken içimden kendime sövüyordum, neden kahraman rolünü üstlenmiştim ki? Koşmaya başladım.
Olanlar nerdeyse komikti. Hakikaten hayatım için koşuyordum ama kendimi sırıtmaktan da alı koyamadım. Rüzgâr yaralı koluma her sürtündüğünde daha da hayatta hissediyordum. Nasıl olmuştu da yarım saat içinde bütün dünyam tersine dönmüştü? En azından koşarken güvende hissediyordum. Bu düşüncelerime güldüm. Rüzgârın yanaklarımı okşaması dışında herşey çok yabancıydı. Son on yedi yıldır evim olan yer sanki başka bir gezegendi. En kötüsü daha olmamıştı. Anneannemin evine yaklaşmıştım. Ayaklarımın altındaki zemin kaymaya başladı, dengemi korudum. Ancak toprak ana bizi cezalandırmak istiyor olmalıydı ki daha da sert sarsıldı yer. Yere kapaklanmamak için koşmayı bıraktım. Karşımdaki bina su üzerindeki bir gemi gibi hareket ediyordu. Daha sert. Dalgalar binayı içine çekiyordu. Daha da sert… Ayakta durmak imkânsızdı, çömelmeye çalıştım ama bunu bile başaramadım. Daha da sert… Denizin üstünde duruyormuşum gibi battım, başım yere sertçe vurdu. Güneş tepeden bana gülümsüyordu, denizde dalgalara vermiştim kendimi. Bir yusufçuk geldi bana bakıyordu. Birden suların altına çekildim. Karanlık.
Beyaz tavanda yusufçuk gibi dönen pervaneye gözlerimi açtım. Elimi annem tutmuş oturuyordu. Diğer baş ucumda babam oturmuş bana bakıyordu. Omzuma bir el dokundu, kardeşim heyecanla konuşmaya başladı “Abla uyandın en sonunda, sen gittikten sonra helikopterli abiler gelip sana ve bize yardım ettiler.” dedi. Gözlerim kapanmadan gördüğüm yusufçuğu hatırlayıp, gülümsedim. Bir mucize olmuştu.
Yazardan not; bu yazı tamamen hayal ürünü olup, yakın zamanda olan İzmir depreminden esinlenilmiştir. Bu yazıyı İzmir trajedisinde hayatını kaybedenlere adıyorum.