Tuhaf Ada

“Başıma bunların geleceğini bilseydim ‘Issız bir adaya düştüğünüzde yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?’ diye sorulduğunda uzun uzun düşünürdüm. Nereden bilebilirdim?” diye düşündü. Daha bu sabah kendi evinde kahvaltı ederken dün geceki maçın özetini izliyordu. Nasıl oluyordu da şu an bir ıssız adada olabiliyordu?

O sabah her şey çok normal başlamıştı. Tek bir fark vardı, bu sabah biraz huysuzdu. Camın önünde hiçbir canlıya zarar vermeden öten kuşlar bile şu an onu rahatsız ediyordu. Camın yanına gidip perdeyi bir anda açtı. Kuşlar perde bir anda açılınca korkup kaçtılar. Sonra da camı açtı, odayı havalandırması gerekiyordu. Aynı zamanda temiz havanın huysuzluğuna iyi geleceğini düşünmüştü ama hiçbir işe yaramamıştı. Camı kapadı ve dışarıdaki bir arabaya gözü takıldı. Sebebini bilmiyordu ama bu siyah ticari arabadan gözünü alamıyordu. İki güvercinin camın önünden geçmesiyle kendine geldi. Birkaç saniye önce ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Her ne olduysa onu korkutmuştu, hemen perdeyi örttü. Sonra da dolaptan kıyafetlerini çıkardı.

Üstünü değiştirdikten sonra yüzünü yıkadı ve mutfağa yöneldi. Filtre kahve makinesinin haznesine biraz su koydu, sonra da kahveyi koyup makineyi çalıştırdı. O sırada duvara asılı olan televizyondan bir spor kanalı açtı. Bir önceki günkü maçı patronunun verdiği görevi yapması gerektiğinden izleyememişti, belki de bu yüzden huysuzdu. “En azından özetlerinin izleyeyim.” diye düşündü. Tuttuğu takım kaybetmişti.

Ayağa kalktı ve dolaptan bir tava aldı. İki yumurta kırdı. Aynı anda bir pastırmayı kızartmaya başladı. Klasik bir Amerikan kahvaltısı yapmak istiyordu, yumurtaları göz yapacaktı ve pastırmayı da ağız. Bir süre sonra filtre makinesinden kahvesinin hazır olduğunu bildiren o ses geldi. Fincanı makineden aldı ve kenara koydu. Yeterince piştiğini düşününce yumurtaları iki göz gibi duracak şekilde iki yana koydu. Sonra da pastırmayı yerleştirdi. Tabağı masaya koydu. Sonra da arkasına dönüp sol eliyle fincanı tezgahtan aldı, sağ eliyle de çekmeceden çatal ve bıçak aldı. Bunları da masaya koydu ve sandalyesine oturdu. Çatalıyla bıçağını eline aldı ve tam yumurtalardan bir tanesini kesecekti ki bir şey fark etti: Pastırma gülen yüz oluşturacak şekilde değil de tam tersine, mutsuz yüz oluşturacak şekilde duruyordu. Artık korkmaya başlamıştı.

Kahvaltısını edip kahvesini içtikten sonra iş çantasını da aldı ve kapıyı açtı. Evden çıkınca kapıyı arkasından kapadı ve kilitlemeyi de unutmadı. Her ne kadar şehrin bu bölgesinde çok fazla hırsızlık olmasa da tedbiri elden bırakmamak gerekirdi. Evinin merdivenlerinden sokağa inince ilk gördüğü şey yine o siyah ticari arabaydı. Ticari araba tam işe gittiği yolun üstünde duruyordu. Sebebini bilmiyordu ama bu araba onu tedirgin ediyordu ve değişik duygular hissettiriyordu. “En iyisi işe başka bir yoldan gitmek.” diye düşündü. Ticari arabanın olduğu yönün zıddına döndü ve yola koyuldu.

Bu yolu daha önceden toplasan bir elindeki parmak sayısından daha az kullanmıştır. Her ne kadar bu yolun da onu iş yerine götürebileceğini bilse de, üstelik diğer bütün yollardan daha hızlı bir şekilde, bu yol ona hep bir ara yol gibi gelmişti. Şu çetelerin veya evsizlerin toplandığı, geçmeye çalışanların önünü kesip öldüresiye dövüp eşyalarını çaldıkları yollardan. Bu yüzden de hep diğer yolu tercih etmişti.

Beş dakika geçmişti ve neredeyse iş yerine ulaşmıştı. Tek yapması gereken 10 metre ilerisindeki köşeyi dönmek ve sokağın sonundaki çıkıştan sağa dönmekti. Rahat bir nefes aldı ve köşeyi döndü. Döndüğünde sokağın ortasında konuşan dört adam gördü. İçini bir duygu sarmaya başlamıştı: Korku… Korkmasına rağmen yürümeye devam etti, işe geç kalmak istemiyordu. Belki de biraz ön yargılıydı, belki de hiçbir şey olmayacaktı. Ama yanılmıştı. Adamlara yaklaşınca aslında hiçbir şey konuşmadıklarını, birisini beklediklerini anladı. İçinden bir ses ona “KAÇ!!!” diyordu ama bacakları buna izin vermiyordu. En sonunda bacaklarına laf geçirmeyi başardı ve arkasını döndü. Bu sefer gördüğü şey onu daha da dehşete düşürmüştü. Sabah uyandığında gördüğü ticari araba… Sokağın girişini kapatmıştı ve kapısı da açıktı. Kaçacak yeri kalmamıştı. Zamanla korku bütün bedenini ele geçirmişti ve kontrolü ele almıştı. Tek yapabildiği olduğu yerde dönebilmekti. Sokağa ilk girdiğinde gördüğü adamlar da ona doğru yürümeye başlamışlardı. Evet, adamların ne için burada olduğunu doğru bilmişti: Onun için gelmişlerdi. Son hatırladığı şey bir elin omzuna dokunduğu ve ağzını bir bez ile kapadığıydı.

İşte şimdi buradaydı, bir adada. Etrafında ne bir yerleşim yeri vardı ne de denizde (veya okyanus, ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu) herhangi bir taşıt. Uyandığı yerin yakınlarında ise gemi parçaları vardı. Aklına ilk gelen senaryo şu şekildeydi: Bir çete onu kaçırmıştı ve gemiyle başka bir yere götürüyordu. “Peki bu gemi nasıl battı?” diye düşündü. Cevabın büyük ihtimalle bir fırtına olduğununda karar kıldı. En sonunda en kritik soruya gelmişti sıra: Gemideki diğer insanlar neredeydi? “Herhalde gemiden bir tek ben kurtulmuş olamam.” diye düşündü. Etrafına baktı. Başka kimseyi görmüyordu. Ne canlı ne de ölü başka kimseyi görmüyordu. Bu ona garip gelmişti. Batan bir gemiden tek kurtulan kişi. Normalde ona “Hayatınızda tanıdığınız en şanssız kişi kim?” diye sorsalar aynadaki yansımam derdi. Çünkü bir yansıma için bile bu kadar şanssız bir insana ait olmak çok büyük bir şanssızlıktı.

En sonunda acıktığını hissetmesiyle düşüncelerinden sıyrılıp kendine gelmişti. Yiyecek bir şey bulmalıydı. Ayağa kalktı ve karaya vuran gemi parçalarından en büyüğüne yöneldi. Bu parça geminin arka parçasına benziyordu ve parçanın etrafında da birkaç tane kutu duruyordu. Kutuların kapakları çiviyle kapatıldığı için kolay kolay açılmayacağa benziyorlardı. Gemi parçaları arasından demir bir levhayı aldı. Levhayı bir kutunun kapağı ile gövdesi arasına sokmaya çalıştı, tıpkı bir levye gibi kullanmaya çalışıyordu. Biraz zorladıktan sonra açmayı başardı. Kutuda bir işaret fişeği, bir can yeleği ve bir tane de ilk yardım çantası vardı. Kutuyu ilk uyandığı yere doğru sürükledi. Sonra da gidip başka bir kutu aldı. Bu kutu ilk kutudan daha ağırdı ama kapağı daha kolay açılmıştı. bu kutunun içinde paketlenmiş birkaç tane sandiviç vardı ve hepsi sudan dolayı ıslanmıştı. Elindeki tek yiyecek şimdilik bu sanciviçler olduğu için ıslanmış  olsalar da yetinmek zorundaydı.

Diğer kutulardan birkaç giyecek dışında hiçbir şey çıkmamıştı. Şimdi sıra kalacak bir yer bulmaktaydı. Aslında bulmasına gerek yoktu, yapadabilirdi ama tabii ki de bulmak yapmaktan daha kolaydı. Bu yüzden uyandığı yerin batısına, küçük bir açıklığa çıktı. Belki de daha önceden birisi buraya gelmişti ve kalacak küçük bir yer yapmıştı. Açıklığın sonunda  bir dağ başlıyordu. Yamaç çok dikti. Etrafına bakındı, insan yapımı hiçbir şey göremiyordu. Dağın yamacına doğru yürümeye başladı. Yamaca daha da yaklaştıkça yamaçtan sarkan sarmaşıkların arkasında bir boşluk olduğunu gördü. Sarmaşıklara yaklaştı. Tamı aralamak için elini uzatmıştı ki bir ses duydu, bir çatırtı. Sonra daha yüksek bir ses. O sırada fark etti ki ses üstünden geliyordu. Yukarı bakınca araba büyüklüğündeki bir kayanın üstüne doğru geldiğini gördü. Gözleri korkuyla açıldı ve kayanın altında kaldı.

Ve sonra uyandı. Ne olduğunu anlamadı, gördüğü şeyler bir rüya mıydı? Kafası karışmıştı. Olduğu yerde doğruldu ve o sırada evinde olmadığını fark etti. Hala adadaydı. Her şey en baştaki gibiydi. Kutular getirdiği yerde değildi. Hemen ayağa kalktı ve en büyük gemi parçasının yanına gitti. Kutular en başta oldukları yerdeydiler. “Bu ne anlama geliyor?!” diye bağırdı. Uzun zamandır ilk kez konuşmuştu ama bu önemli değildi. Hemen en önemli iki kutuyu aldı: İşaret fişeğinin bulunduğu ve sandiviçlerin olduğu kutular. Önceki sefer kullandığı levhayı da alıp uyandığı yere geri gitti.Levhayı kumun üstüne atıp batıya, öldüğü yere doğru koşmaya başladı.

Kayanın düştüğü yere vardığında kayayı orada göremedi. İlk geldiğindeki gibi bomboştu alan. Bu sefer yavaşça değil koşarak girmeye karar verdi içeriye. Koşmaya başladı ve son birkaç adım kala sarmaşıkların üstüne atladı.Hiçbir şey olmamıştı. Belki de devasa kayanın düşmesinin sebebi o zaman aralığında olan doğal bir şeydi. Bu demek oluyordu ki içeride geçirebileceği çok zamanı yoktu. Karanlıktan dolayı etrafını göremiyordu ama bulunduğu yer kesinlike bir mağaraydı. Yavaşça yürümeye devam etti. Mağaranın sonunda bir ışık görüyordu. Bu ışığın başka bir çıkış olabileceğini düşündü. İlerlerken yerde bir taşa takıldı ve yere düştü. Düşünce çıkan sesten korkan yarasalar uçmaya başladı ve bu yarasalar başka bir canılıyı uyandırdı, bir ayıyı. Ayı ayağa kalktı ve onu rahatsız eden davetsiz misafire bakmaya başladı.

Daha önceden hiç bu kadar büyük bir ayı görmemişti. Yine korku bedenini ele geçirmeye başlamıştı ama bu sefer farklıydı. Bu sefer korku bütün gücü bacaklarına aktarıyordu, kaçmasını söylüyordu. Hemen girdiği deliğe doğru koşmaya başladı. Ayının hemen arkasından geldiğini ayak seslerinden anlayabiliyordu. Girişe neredeyse ulaşmıştı. Sadece on adım sonra dışarıdaydı. Tam çıkacakken çok tanıdık bir ses duydu, bir çatırtı. Vakti dolmuştu. Ayı arkasından geliyordu ve bu deliği ilk bulduğunda onu ezen kaya düşmeye başlamıştı. Yapacak bir şey kalmamıştı. Eğer çıkmaya çalışırsa ezilecekti. Olduğu yerde durursa da ayı öldürecekti. O olduğu yerde durmayı seçmek zorunda kaldı çünkü kaya o daha çıkamadan çıkışı kapamıştı bile. Ayı hala arkasından koşuyordu. Bütün enerjisi biten misafirinin onu olduğu yerde beklemesi hoşuna gitmişti ki değişik hırlamalar da çıkarıyordu. Ayı misafirinin yanına gelince onu bir pençe darbesiyle yerle bir etti. O andan sonra adanın bulundukları bölgesinin sessizliğini acı içindeki haykırışlar ve kükremeler bozdu.

Gözlerini açtı ve yine en baştan başlamıştı. Bu durum hem can sıkıcı hem de garip gelmeye başlamıştı. Bu sefer ne yapması gerektiğini biliyordu. Önce gidip hep kullandığı demir levhayı alacak, işaret fişeğinin bulunduğu kutuyu açacak. Sonra da işaret fişeğini ve ilk yardım çantasının içindeki paslanmaz makasla feneri alacaktı, hızlı olmalıydı. Mağaranın öbür tarafında ne olduğunu öğrenmesi gerekiyordu. Bu düşündüklerini gerçekleştirdi ve hemen mağaraya doğru koşmaya başladı. İçeriye koşarak girdi ve fenerini açtı. Fenerini açar açmaz bütün yarasalar uçmaya başladı ve bu yarasalar yine ayıyı uyandırdı. Bu sefer hazırlıklı gelmişti. İşaret fişeği tabancasını yavaşça doğrulan ayıya yöneltti ve tetiği çekti.

Fişeğin ışığından dolayı hiçbir şey görememişti ama ayının kükreyişinden canının acıdığını anlamıştı. İlk yardım çantasından aldığı makası cebinden çıkardı ve ayının üstüne atladı. Makası ayının karnına birkaç kere sapladı, ta ki ayı yere yığılana kadar. Bu onu yormuştu. Ayağa kalktı ve mağaranın sonundaki ışığa doğru yürümeye devam etti. Işığa gittikçe yaklaşıyordu. Adımlarını biraz yavaşlattı. Birkaç dakika sonra da dev kayanın sesi gelmişti.

En sonunda ışık kaynağına varmıştı. Mağaranın bu bölümü kubbe şeklindeydi. Ortasında küçük bir su kaynağı ve onunda ortasında da eski bir kayık vardı. Kayığın uç noktası da bu mağaranın denize (veya okyanusa) açılan bir çıkışına bakıyordu. Demek ki buraya birisi daha gelmişti. Peki ya ona ne olmuştu? Kurtulabilmiş miydi? Yoksa ölmüş müydü? Bu son soru ona biraz garip gelmişti çünkü bu adada ölürsen adaya ilk geldiğin günden yeniden başlıyordun. Peki ya bu adada bir değil de birden fazla kişi aynı anda bulunursa? Bu sorular başını ağrıtmıştı. Eğer  adadan kurtulursa kesinlikle bunun hakkındaki araştırmalara yardımcı olacaktı ama şu an bu önemli değildi. Önemli olan buradan bir an önce kurtulmaktı.

Kayığın yanına indi ve yanındaki kürekleri aldı. Sonra hiç yiyeceği olmadığını fark etti. Aklına sandiviç dolu kutu geldi. Artık geri dönemezdi. Ayının yanına geri gitti ve makasla birkaç parça et kopardı. Bu etlerin de uzun zaman dayanmayacağını ve sağlıklı olmadığını biliyordu ama her şeye en baştan da başlamak istemiyordu. Kayığın yanına geri gitti ve kayığa bindi. Gitmeye hazırdı. Kürek çekmeye başladı ve delikten dışarıya çıktı. Var gücüyle kürek çekiyordu, buradan olabildiğince hızlı kurtulmak istyordu. Tahminince kuzeye doğru gidiyordu. Ufukta küçük bir karaltı görüyordu, belki başka bir adaydı.

Uyandığı ada giderek uzaklaşıyordu, başardığını hissediyordu ve bu his onu mutlu ediyordu. “BUNU HİÇ KİMSE BOZAMAZ!” diye bağırdı. Islık çalmaya başladı. Bir süre sonra kayığıyla bir şeye çarptı. Etrafına baktı ama çarpabileceği herhangi bir şey göremedi. Tekrar küreklere asıldı ve yine bir şeye çarptı. Kayığın ucunun neye çarptığını anlamak için uç noktasından eğilirken bu sefer debaşını  bir şeye vurdu. Neye çarptığını göremiyordu. Elini başınıı vurduğu yere götürdü ve bir cisim hissetti, bir duvar. Sonra hava bir anda karardı ve baktığı yönde bir yazı oluşmaya başladı.

Kayığı yazıyı okuyabilmek için duvardan uzaklaştırdı. Yeterince uzaklaştığını düşündüğü yerde durdu ve yazıya baktı. Duvarda “Deney 0420” yazıyordu. “Bu da ne demek?!” diye düşündü. Sonra bu adaya nasıl gelmiş olabileceği hakkındaki bütün düşünceleri değişti. Bu adaya gemiyle gelmemişti, birisi onu bu adaya koymuştu. Büyük ihtimalle onu kaçıran adamlar onu bir denek olarak kaçırmışlardı. Peki  bu adadan uzaklaşarak kurtulamayacaksa, o zaman nasıl çıkacaktı buradan? Sonsuza kadar bu adada takılı kalma düşüncesi onun midesini bulandırmış, başını döndürmüştü. En sonunda dengesini kaybedip kayıktan düştü. Düşerken de başını sert bir şekilde kayığa vurdu.

Sonrasında ne olduğunu hatırlamıyordu ama tekrar adada uyanmıştı. Delirdiğini hissediyordu. Nasıl kurtulacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Gökyüzüne baktı ve “YETER!!!” diye bağırdı.

(Visited 77 times, 1 visits today)