Çok zengin ve yaşlı olan Harold, her gün evinin karşısındaki parkta oturur ve kahve içerdi. Günün çoğunluğu parkın yanında olan göldeki kuğuları izler, onları yemlerdi. O parka gidip kuğulara bakmak artık bir alışkanlık haline gelmiş çünkü yapacak hiçbir şeyi yokmuş. Ne yapabilirdi ki oturmak ve parka gitmek dışında? Çocukken bile babası üniversiteye gitmesini çok saçma bulurmuş, sonuçta çok zenginlermiş. Ne gerek varmış ki üniversiteye?
Bir gün Harold, her gün gittiği parka gidip çayını yudumlarken, bir grup genç görmüş. Gençler pek o taraflara gelmezmiş, genellikle yaşlılar gelir ve otururmuş. Harold bu duruma çok şaşırmış, çünkü en son genç gördüğünde elli yaşındaymış. Harold dayanamayıp gençleri yanına çağırmış, onlara bugün ne yaptıklarını sormuş. Onlar da lunaparka gittiklerini ve çok eğlendiklerini söylemişler. Harold o lunaparkın nerede olduğunu çok merak etmiş. Gençler de tarif etmişler. Harold heveslenmiş ve yola koyulmuş. Lunapark parkın iki kilometre ötesindeymiş. Harold yürüyerek ne kadar yorucu olacağını bilse de, hevesinden ne yapacağını şaşırmış.
Bir buçuk saatin ardından o çok gitmek istediği lunaparka ulaşmış. Biletini aldıktan sonra ilk gördüğü oyuncağa binmek istemiş, Atlıkarınca. Görevliler ne kadar şaşırsalar da onu kıramamışlar ve binmesine izin vermiş. Harold adeta düşteydi, çok mutlu görünüyordu. Aklında ise çok soru vardı. Neden kendisi gençken hiç lunaparka gitmemişti? Neden hiç kendi yaşıtlarının ne yaptığını merak edip babasına sormamıştı? Harold neden gençliğini doya doya yaşamadığını çok düşündü. Hayatı sadece babasının yanında çalışıp para harcamak sanıyordu. Gençliğinin nereye kaybolduğunu bulmak istedi fakat çok geçti. Harold seksen yaşındaydı ama ilk defa bugün yaşından küçük hissetmişti. Belinin ve bacaklarının ağrısı o gün son bulmuştu.
Harold tüm oyuncaklara ikişer, üçer kere bindi. Beş saat geçmişti fakat Harold’a bir saat gibi gelmişti. Görevliler kendisinin yanına gelip kapatacaklarını söylediler. Çok üzüldü ama artık her hafta geleceğini görevlilere söyledi. Görevliler de Harold’ı çok sevdikleri için ona kahve içmeyi teklif ettiler. O bu fikre bayılmıştı, gününün bitmesine daha çook vardı sonuçta. Görevlilerin adları Sam ve Mia’ydı. Kendileri yirmi beş yaşındaydı. Harold yirmi beş yaşında neyle ilgilendiğini düşündü… Sadece ofiste oturuyor ve toplantılara katılıyordu. Bu görevlilerin her gün nelerle uğraştığı onu biraz üzmüştü. Para kazanmaları için çok emek harcamaları gerekiyordu sonuçta. Onlar bu kadar yorulmalarına rağmen ne kadar mutlu olduklarını gördü, Harold’ın ise yorucu olmayan, neredeyse hiçbir şey yapmadığı, bir işi vardı fakat yine de mutsuzdu.
Harold tüm bu duyduğu şeyleri bir kenara yazdı. Her gün bunları hatırlayacaktı ve bir parçası daha genç hissetmek isteyecekti. Belki de daha önceden o gençleri görse, daha erken yaşayabilecekti gençliğini. ‘’Bir şeyin kıymeti, o şeyin yokluğunun çokluğu ile artar. Ne azsa o kıymetlidir, ne uzaksa onu arar insan.’’