Hayatın basamaklarını tek tek çıkarken bize güç veren şeyler vardır. İnsanların bize olan inancı, başarılarımız, koyduğumuz hedefler… Bizi biz yapan gerçekleştirdiğimiz bu eylemler midir peki? Yoksa insanların bizi tanımladığı tüm bu sıfatların ardına saklanan bir benliğimiz mi vardır? Kim olduğunu bilmesi zordur insanın. Kalbinde hep bir çelişki, kendini nasıl tanımlayacağına dair belirsizlikler vardır. Başarılarıyla övünen insanlar için kolaydır bu çelişkileri görmezden gelmek. Lakin şans yüzüne gülmemiş insanlar ne bu soruya bir cevap bulabilir, ne de içlerinde günden güne şiddetlenen cevap verme isteğini görmezden gelebilir. Bir adım geride durmalıdır benliğinden insan. Dışarıya ne yansıttığını, içeride neler yaşadığını bambaşka bir perspektiften izlemelidir. İşte belki o zaman karar verebilir gölgelerin ardında kaybolmuş bu silüetin gün yüzüne çıkıp çıkmaması gerektiğine.
İnsanoğlunun bakış açısı dahil olunca bulanıklaşmış gerçeklik, hayata toz pembe bakan onca insanın sandığı kadar merhametli değildir. Statünüz, giydiğiniz kıyafetler, mesleğiniz, bitirdiğiniz okul size duyulan saygının seviyesini belirler. Haliyle böyle bir dünyada yaşayan insanlar övünecek bir şeyler bulmaya yer arıyor, kendilerine yeni kişilikler kazandırıyor. Hatta bazıları o kadar çok takıyor ki maskeyi, altındaki kişi belirsizleşiyor. Dostoyevski’nin yarattığı bir karakter olan Bay Golyadkin gibi “Ben maskeyi yalnızca balolarda takarım.“ diye gezerken yine tıpkı onun gibi maskenin altındakini unutuyor insan. İnsan önce kim olduğunu bilmelidir ki kendini diğerlerine anlatabilsin. Ne fazla ne de eksik tanıtmalıdır birey kendini. Özünü keşfetmiş biri zaten kim olursa olsun hepimizin aynı yerden geldiğini, aynı yere gideceğini bilir. Böylelerinin mütevazılık yapmasına gerek yoktur. İçinde bulunduğumuz dünyanın hayat koşulları ve insan profili olaya dahil olunca devreye girer tevazu.
Doktor olduğunu söylememek değil, tıp fakültesine derece ile girdiğini söylememektir tevazu sahibi olmak. Yeni aldığın şeyi göstermemek değil, ne kadara aldığını söylememek, paranla övünmemektir. Tevazu benliği değiştirmeye başladığı yerde bitmelidir bana kalırsa. “Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol.” diyen Mevlana’yı bile hala kişiliği ve statüsü ile anan bu dünyada tevazulu olmak çok zor. Güçlünün güçsüzü ezdiği bir yerde hayatta kalmak için dik duracak gücünüz olduğunu göstermelisiniz diğerlerine. Zaten bir şeyler başardığında laf atan, bir açığını bulmaya çalışan o insanlar kıskançlıktan yapmıyor mudur bunu? Kıskanç ve bencildir insanlar, kendinin elde edemediğini başkasının da edememesini ister.
“Kendini olduğundan az göstermek tevazu değil, budalalıktır.” demiş Montaigne. Tevazu kendini değiştirmek değildir. İçine beyaz yalanlar katmadan kendini anlatıp etrafındakileri etkileyebilen biri zaten tevazulu biridir bana göre. Pes etmeden, yılmadan onca şeyi yaptıysa, şimdi burada gerçekleri bütün berraklığı ile söyleyip insanları büyüleyebiliyorsa kendini olduğundan az göstermesi Montaigne’in de dediği gibi budalalık olur. İnsanın kendini tanıması bile yıllar alırken birinin sizin hakkınızda aklında oluşan ön yargılarını kırmak yerine bir de kendinizi eksik gösterirseniz hayatınız boyunca küçük görülürsünüz. Zor değildir kendinizi olduğunuz gibi kabul etmek ve bunu başkalarına göstermek. Siz yalnızca olduğunuz kişi ile gurur duyabilir, onu sevebilirsiniz. Kim olduğunuz için kendinizi suçlar ve pişmanlık duyarsanız hayatınız boyunca yanlış yollarda yürür, eninde sonunda kaybolursunuz. Her insan farklıdır. Bir araya geldiğimizde bizi güçlü yapan bu farklardır. İşte bu geçici dünyanın değişmeyen tek kuralı da budur.