Şirketin kapısında güvenlik görevlileri beni karşıladı ve danışmaya doğru yönlendirdiler. Babamın şirketine ilk gelişimdi. Uzun boylu kumral bir bayan ayakta beni bekliyordu. Babamın sık sık bahsettiği meşhur arkadaşı ,yanlış hatırlamıyorsam ismi Filiz’di, olduğunu saçının tuhaf ama güzel sayılabilecek kesimini görür görmez anladım. “Şirkete hoş geldin Açelya. ” dedi tiz sesiyle. “Gel sana şirketi gezdireyim.” dedi. İstanbul’daki birçok şirkete kıyasla çok büyük sayılmazdı. Dokuz katlı , araları buzlu camlarla kapatılmış onlarca odası olan, çalışanların çok meşgul gibi gözüktüğü, her masanın üzerinde bilgisayarların ve birçok dosyanın olduğu klasik şirketlerden biriydi. Babamın odası dokuzuncu katta ve teraslıydı. Ayrıca tüm İstanbul’u gören bir manzaraya sahipti.
Babam, yanında çalışanlarından biri olduğunu tahmin ettiğim biriyle terastaki koltuğunda oturmuş ciddi bir şekilde konuşuyorlardı. Biz de içeride konuşmalarının bitmesini bekliyorduk. Babam geldiğimi fark etti ve merhaba der gibi hafifçe gülümsedi. Ama konuşmalarının ne kadar çetin olduğunu anlamak için o tebessümü görmenize gerek yoktu, çalışanı birkaç dakika sonra sinirden kıpkırmızı olmuş bir şekilde yanımızdan geçip gitti. Babam içeri girdiğinde tam ne olduğunu soracaktım ki doğru zaman olmadığını düşündüm. “Kardeşlerin nerede?” diye sordu. Çarşamba günleri annem işini erken bitiyor, eve erken geliyordu. Bu yüzden genellikle ailecek dışarıda yemek yemeye çıkardık. Büyük kardeşim ,Arda, basketbol kursuna gitmişti. Maçlar yaklaştığı için antrenmanları artmıştı. Küçük kardeşim ise arkadaşının doğum günü partisine gitmişti. “İki saate kadar evde olurlar. ” dedim. (Daha doğrusu öyle umuyordum.)
Babamın işleri biraz uzadı o yüzden eve ben yalnız gitmek zorunda kaldım. Annem fazla eşyaları ve gereksiz gördüğü her şeyi atmayı çok severdi dolayısıyla evimiz olabildiğince minimalistti. İki katlı, müstakil ve fazlasıyla sade bir evdi. Ama sevmiyor da değildim, tüm hayatım boyunca sadeliğin her haliyle tanışmıştım. Ev şirkete çok uzak değildi. Babamın şoförlerinden biri beni bıraktı. Teşekkür ettikten sonra arabadan indim. İndiğimle Tarçın’ın deli gibi havlamasını duydum. Bahçedeki yuvasına tasmasıyla bağlanmıştı. Tasmasını çıkarmam için yalvarıyor gibiydi. Kimin bağladığını düşünüyordum ki kendimi yanına gitmiş, tasmasını açarken buldum. Tasmasını çıkarır çıkarmaz çantama anahtarlarımı almak için uzanmıştım ki Tarçın arka bahçeye doğru koşmaya başladı. Peşinden gittim. Kapı açıktı.
İçeriye hızla girdi. Merdivenleri çıktı ve oturma odasına doğru yöneldi. Ve tekrar havlamaya başladı. Havlamasıyla birlikte yabancı birinin sesini duydum. Yavaşça odaya adımımı attım ki karşımda elinde silahlı biri belirdi. Sabah babamla konuşan kişiydi. “Burada ne arıyorsunuz?” diyemeden adamın arkasındaki sandalyede oturan, ağzı ve elleri bağlı olan Arda’yı gördüm. Ne yapacağımı bilemedim, kalbim göğüs kafesimden fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı. Kalp atışlarımın sesi beynimde yankılanırken pantolonumun arka cebimdeki telefonum çalmaya başladı. Adamın sesiyle kendime geldim. “Sakın o telefonu açma!” Tam telefonuma uzanıyordum ki silahın sağır edici patlama sesini duydum. Endişenin ve korkunun tüm vücudumu ele geçirmemesi için savaşırken kendimi yerde buldum.