“Sakın o telefonu açma!” arkadaşımın telaşlı ve endişeli bedenin çığlıkları kulaklarımı çınlatıyordu. Elimdeki yabancı, bulunduğumuz yüzyıla göre oldukça antika ama telefon tarihinin en -ve son- değerlisi olduğunu tahmin ettiğim, kısmen ince, elim büyüklüğünde, dikdörtgenler prizması şeklindeki kutuyu sanki elimi yakmış gibi atarken tarih kokan melodisi içimi ürpertiyor, beynimdeki binlerce soruyu fitilliyordu. Soruları susturmak istercesine bütün bunların ne zaman başladığını hatırlamaya çalıştım.
Kapsül şeklindeki evimden çıkmış arkama bakmadan koşarken yaşadığım çevrede binanın olmadığı tek yer olan birkaç metrekarelik boşluğa bir an önce ulaşmayı ve günlerdir ihmal ettiğim portakal ağacımı sulamayı delicesine özlüyordum. Dünyanın şanslı zamanlarında yaşıyordum, insanlar artık pek tercih etmese de bitki yetiştirebiliyor onları sulayabilecek yeterli suyu sağlayabiliyordunuz. Nüfus fazlalığı dışında pek de problemi olmayan bu yüzyılda insanlar yaşam alanlarını küçülttükleri gibi yaşamsal faaliyetlerine -yemek yemek, su içmek gibi- de zaman kısıtlaması getirmiş, besin hapları ve vücudunuza susuzluk yaşatmayan bir takım ilaçları kullanmayı tercih ediyorlardı. O insanlar gibi davranmamayı seçtiğim tek ana hoş geldiniz. Minik çok da sır olmayan sırrım, küçük portakal ağacım… Sonunda yanına ulaştığımda paçalarımda hayal kırıklıkları, düzene girmeyen nefesimden de fısıltılar halinde özürler dökülüyordu. Zavallı portakal ağacımı ihmal ettiğim için beni suçlayan gözyaşlarım birer birer intihar ediyor bir zamanlar yemyeşil yapraklar veren şimdilerde ise kupkuru ve solgun bu güzelliğin üzerine yağıyor, canlanmasını diliyorlardı. Bu korkunç manzaraya daha fazla katlanamazken ,ve biraz da yarın geldiğimde bunların bir yanılsama olduğunu fark edecekmişim gibi, gerisin geriye kapsülüme dönüyordum.
Ertesi gün bütün umutlarımı ve hüzünlerimi peşime takmış ağacıma koşuyordum, orada karşılaşacaklarım peşimdekilerden kime kucak açacağıma karar verecekti. Umutlarım pek bir hevesli görünürken, hüzünlerim sonucu biliyormuş gibi umursamaz, kendinden emin ve beni içine çekmeye hazır bekliyordu. Son köşeden de döndüğümde üçümüzün de beklemediği bir şeyle karşı karşıyaydım. Kupkuru ve anılarımla yıkanmış portakal ağacımın dibinde oldukça eski, yıpranmış bir kutu duruyordu. Kolumdaki eski zamanlardaki ‘saat’ denen şeye benzeyen bilekliği kutuya tutarak tarattım ve zararsız olduğundan emin oldum. Her ne olursa olsun kutuda beni çeken bir şey vardı. Titreyen ellerimle bile kapağı bir çırpıda açarken içinden çıkan antika bende uyandırdığı sebepsiz hislerden bile daha garipti ve o antika bir dokunmatik telefondu. Ne yapacağımı bilmez halde en yakın arkadaşımın uçan kaykayımla beş dakika olan kapsülüne doğru yola çıktım.
Olanları anlattığımda önce tatlı, küçük portakal ağacımın hatrı sayılır bir anma ve ağlama törenini yaptık. Daha sonrasında ise yanımda getirdiğim telefonun kasten benim için bırakılmış olma ihtimalini tartışıyorduk. Bir süre sonra arkadaşımın ‘telefon resmen senin için bırakılmış’ temalı fikrini kabullenmiş benimkine nazaran bir tık daha geniş olan bu evdeki küçük masaya bıraktığım telefona gözlerimi dikmiş boş ama düşünceli bir şekilde bakıyordum.
Telefon aynı anda hem bütün masayı sarsacak şekilde titrerken hem de bu koskoca binada yaşayanlara açıklayamayacağımız kadar yüksek bir sesle çalıyordu. Telefon için altyapısı olmayan ve kimsenin telefon kullanmadığı bu zaman diliminde, tam da telefonun bana ulaştığı saatte kim arıyordu!? Elim telefona gitmişken arkadaşımın tam zamanındaki ‘açma’ feryadı beni sarsmıştı. “Bak Ellie, bu bir tarihi eser. İlgili birimlere teslim etmen gerekirken buraya getirmen hataydı. Birazdan bu telefonu götürüp aldığın yere bırakacak ve bundan kimseye bahsetmeyec-“ arkadaşımın açıklamaları sis bulutlarının ardından bana ulaşamazken sonsuz aydınlığın arasından başka birinin sesi kulaklarıma doldu: “Telefonunu bugün sana verecektim ancak sen beni, dersimi dinlemeyecek kadar umursamıyorsun küçük hanım. Bu telefonu sene sonuna kadar göreme de aklın başına gelsin.” Bu, bu ses… Bu ses elinde portakal desenli telefon kılıfımın içindeki telefonumu elinde sallayarak beni azarlayan öğretmenimin sesinden başka bir şey değildi.