‘’Ağzından çıkan her kelimenin bilincinde ol, her biri bir dilek niteliğindedir.’’ derdi annem ben daha çok küçükken. Gerçekten ağzımızdan çıkan her şeyin bu kadar büyük bir etkisi olabilir miydi gerçekten? Doğum günüme kadar bunun cevabını ben de bilmiyordum. Bir dilek tuttum, gerçek oldu ve hayatım bir anda değişti.
Günaydın dediğimde suratıma boş boş bakıp yoluna devam eden komşulardan, asansörde oluşan gerip sessizliklerden, içinde düşünce yokken çok satan kitaplardan, kibirli ev sahiplerinden, çocuk işçi çalıştıranlardan, çürük meyve kakalayan manavımdan, çok sevdiğim insanların aramıza gururdan duvarlar örmesinden, namus diye diye masum kızlar dövenlerden, sokaklarda çocuklar açlıkla boğuşurken Gucci’den aldıkları hayvanların sırt derisinden yapılan süslü paltolarıyla Instagram’da fotoğraf paylaşanlardan, binlerce para döktüğü botokslarıyla birbirinin aynısı olan çalışma arkadaşlarımdan, insanların damarında akan kana göre ayrıştırılmasından, tecavüzün sebebini etek boyuna bağlayanlardan, kişilerin dinlere göre kategorize edilmesinden, müşkülpesent tavırlardan, küçük adamların hikayelerini kimse bilmezken televizyonda gösterilenin İngiltere kraliçesinin hayatı olmasından, vicdanlarının sesini bastıranlardan, geceleri gözüme uyku girdirmeyen gerçekleri aslında kimsenin umursamamasından, Küçük Prens’in fil yutmuş boa yılanına şapka diyen yetişkinlerden, şarkılarını deterjan gibi pazarlayan müzisyenlerden, çocukların ellerinde İlber Ortaylı’nın değil de Şeyma Subaşı’nın kitaplarını görmekten, küçücük çıkarlar için atılan yüksek sesli kahkalardan, beklentilerden, elalemin dediklerine göre yaşayanlardan, aynaya bakınca karşılaştığım surattan… Her şeyden, tüm bu 21. yüzyıldan… Bıkmış ve yorulmuştum. Yıllardır düşündüğüm bu konular son günlerde üst üste duyduğum ölüm haberleriyle zihnimde iyice yer etmiş, beni uyutmaz hale gelmişti.
Çevreme hiç belli etmiyordum bu korkutucu ruh halimi. Uykusuzluğun hediyesi olan mosmor göz altı torbalarımı iyi bir fondötenle kapatıyor, sahte gülümsememle karşılarına çıkıyordum. Çünkü biliyordum, onlara anlatsam bile bunları, beni anlamayacaklar, sadece anlıyormuş gibi yapacaklardı. Sonra bir psikolog önerisi vereceklerdi, belki bir iki tane de antidepresan markası öveceklerdi. Bunları yaptıkları için kendi vicdanlarını rahatlatacaklar, sonra da çok mükemmel hayatlarına geri döneceklerdi.
Geçen ay doğum günümdü. Facebook’un hatırlatması olmasa hatırlayacaklarını sanmadığım birkaç arkadaşımla küçük kutlama yapmıştık akşam. Aldıkları pastayı üzerine mum dikip önüme koymuş ve bir dilek tutmamı bekleyen gözlerle bana bakmaya başlamışlardı. Gözümü kapadım ve tüm kalbimle bu dünyadan kısa bir süre de olsa kurtulmayı diledim. Gözümü açtığımda herkes beni alkışlıyor, hediye vermeye çalışıyordu. Küçük bir teşekkür konuşması yapıp pasta kesme bahanesiyle mutfağa geçtim. Başım delicesine zonkluyor, çevredeki sesler kayboluyordu. Sonrası yok.
Bir aydır komadaymışım. ‘’Beyin kanaması’’ dedi doktor. Stres yaparmış. Güldüm. Bu farkında bile olmadığım, belki stresin, belki de doğum günü dileğimin sebep olduğu bir ay, garip bir şekilde bana çok iyi gelmişti. İçimde garip bir enerji, her şeyi değiştirebileceğime dair bir inanç vardı.
Saat sabah altı buçuk gibi taburcu oldum. Apartmana girdim. Asansöre bindim ve bir komşumla karşılaştım. Göz göze gelmek için ayaklarına bakıyordu. ’’Günaydın’’ dedim gülümseyerek. Duymazdan geldi. Bu sefer biraz daha yüksek sesle tekrar ettim. Suratıma baktı ve ‘’Günaydın’’ diye mırıldandı. İşte samimiyetsizce söylenmiş bu küçük kelime, yeni hayatımın ilk büyük başarısıydı.