Ağlama sesleri… Yeni doğumun gerçekleştiğini bildiğimiz fakat kimsenin girmesine izin verilmeyen küçük çadırdan geliyordu. Bu seslere uyandığımız beşinci gündü. Çocuğun beş veya altı günlük olduğunu tahmin ediyordum. Güneşi görmesi için hayatta kalmasını gerektiren bir hafta kalmıştı.
En kritik sürenin doğumdan sonraki iki hafta olduğuna inanırdı ebeveynlerimiz. Bu iki haftayı tamamlayacak kadar güçlü doğmuş bebekler güneş ışığını görmeye hak kazanırdı. Yetersiz beslenmekten doğan bebek ölümleri de aynı şekilde bu iki hafta içinde yaşanırdı. Hayatımıza girecek yeni bir bireyle duygusal bir bağ kurmamızı ve açlıktan ölümüne şahit olduktan sonra manevi açıdan yıkılmamızı önlemek için bu gerekli bir düzendi.
On altı yaşına basmanın fazlasıyla güç olduğu bu kurak toprak parçasında bunu başardığım için mutlu olmak büyük bir hata olurdu. Bu seneye kadar her ay düzenli olarak sosyal kuruluşlar tarafından yapılan yardımlar üç ay önce son bulmuştu. Bu saatten sonra hamile olduğu ortaya çıkan her kadın bir katil olma yolunda ilerliyordu fakat yetişkinler bunu kabullenmek istemiyordu. Her gün küçük bi çocuğun doğumuna ve bir başkasının ölümüne şahit oluyorduk.
Bugüne kadar hayatta kaldığım için diğerlerinden daha güçlü olduğumu iddia etmişti annem. Bu nedenle yürüyerek bir saat olan su kaynağına her sabah giden grubun üyelerinden biri bendim. Su kaynağı olarak kullansak da çamur içtiğimize emindim. Yardıma gelen kadınların anlattığına göre gerçek suyun bir rengi ve tadı olmaması gerekiyordu. Fakat su kaynağımızın üzerinde durduğumuz toprakla aynı renk olduğunu görebiliyordum. Tad seçenekleri konusunda zengin olmasam da tadında da yanlış bir şeyler olduğu ortadaydı.
Ben bunları düşünürken çadırı oluşturan ağaç dallarının arasından süzülen güneşin tam tepemden baktığını fark ettim. Geç kalmıştım. Grup çoktan yola çıkmış ve kovaları doldurup dönmüş olmalıydı. Tahminimin doğru olduğunu çadırdan fırlayınca anlamıştım. Yaşlı kadınlar başka bir çadıra telaşlı bir şekilde su ve kıyafetlerinden yırttıkları bez parçalarını taşıyordu. Yeni bir can aramıza katılmak üzereydi ve yeni bir katile kucak açıyorduk.
Dikkatimi ortalıkta koşuşturan kadınlardan alamazken ayaklarımın altına en az benim kadar güçlü bir çocuk atladı. Gülüyordu. Terliyordu. Birazdan daha fazla susayacağını biliyordum. Koşmamalıydı. Olabildiğince az enerji harcamalıydı çünkü ona enerji verebileceğim sihirli bir gücüm veya bir tabak dolusu meyvem yoktu.
Onu kollarından tutup kaldırdım ve karşıma aldım. ”Koşmamalısın.” dedim. Ne demek istediğimi anlamadığını belirtir gibi suratıma baktı gözlerini açarak. ”Koşmamalısın çünkü acıkmak istemezsin değil mi?” Bunun üzerine kafa salladı ve bana gülümsedikten sonra kollarımdan kurtulup tekrar koşmaya başladı. Derin bir iç çektikten sonra annemin sesini duydum.
”Onlar çocuk Afya, bari bunu ellerinden alma.” Çöktüğüm yerden ayağam kalktım ve anneme döndüm. ”Burada çocuk olmak isteyeceklerini sanmıyorum anne.” Bu sözlerim annemin kaşlarını kaldırmasına sebep oldu. Ağzını açmasını engelleyense çok da uzağımızda olmayan bir çadırdan gelen haykırıştı. Bu sefer kaş kaldırma sırası bendeydi.
Etrafımda koşuşturanlar birer çocuk olmadığı gibi bu kadınlar da sandıkları gibi anne değildi. Bir kadın daha dolaylı yoldan cinayete karışmış ve elimizde bir ceset daha kalmıştı. Neyse ki bedenleri sebebiyle fazla yer kaplayan cesetler değillerdi. Ne toprakta ne de hayatımızda fazla yerleri yoktu. Hiçbirimizin bu gezegende yeri olmadığına bir kere daha şahit olmuştuk fakat çabalamak kanımızda vardı.
Kabilemizin tek bir çadırı kalmayana ve son nefesimizi dünyanın öbür ucunda verene kadar çabalayacaktık. Bizim hayat savaşımız doğduğumuz için atıldığımız bir hapishanede başlamıştı ve tüm anahtarlar yüzünü bile göremediğimiz gardiyandaydı. Tek yapmamız gereken buradan çıkmak için gerekli olan zamanı kazanmaktı ve bu ödülü kimin hak ettiği ise muammaydı.