“Artık ayaklarımın üzerinde daha fazla duramayacağımı fark ettiğimde kendimi yere bıraktım. Belki biraz uyursam bacaklarımdaki acıyı ve karnımdaki artık oraya kalıcı olarak yerleşmiş gibi duran ağrıyı biraz olsun hissetmezdim. Ancak ne tepemdeki kavurucu güneş ne de çabuk kalkmamı ve işimin başına dönmemi haykıran babam bu işe sıcak bakıyor gibi duruyordu. Boğazım o kadar kurumuştu ki babama artık dayanamadığımı ve günün sonunda çalışmalarımın karşılığı olarak alacağım suyu şimdi almak istediğimi söyleyecek kadar bile sesim çıkmıyordu.
Az ileride çalışan ağabeyime baktığımda onun da durumu benimkinden çok farklı gibi görünmüyordu ama bakışlarında bir farklılık vardı. Bir parıltı, belki bir umut ama aynı zamanda da telaş… Etrafı kontrol edip kimsenin ona bakmadığından emin olduktan sonra yanıma koştu. Elimden tutup doğrulmama yardımcı oldu ve kulağıma eğilip benim de gözlerimde umut ışıklarını yakacak o cümleyi kurdu. ‘Sen ve ben bu akşam gidiyoruz.’ Nereye olduğunu sorma gereği dahi duymadım. Ağabeyime sonuna kadar güveniyordum ve tadına bakmamızın yasak olduğu meyveler toplamak zorunda olduğumuz, her gün en fazla 3 kap su içebildiğimiz, babamın o gün yeterinde ürün toplamadığımız takdirde büyük beyaz canavar lakabını taktığımız bir adamdan azar işittiği ve bu yüzden bizi de cezalandırdığı, her saat başı tanıdığımız bir kişinin ölümüne şahit olduğumuz bu yerden başka bir yere gitmek o kadar da kötü görünmüyordu. Ya da belki de bulunduğumuz bölgeden ayrılan ve çok güzel yemekler yiyebildikleri yerlere giden insanlarla ilgili fazla hikaye dinlemiştim.
Ağabeyimin gideceğimizi söylediği yerin hayalini kurmanın verdiği güçle 1 saat daha çalıştım. İnsanlar sıcaktan ötürü evlerine dağılmaya başladığında ağabeyim koşarak yanıma geldi ve eve doğru seri adımlarla yürürken bana planını anlattı. Geçen gün işi bittikten sonra meyveleri teslim etmeye giden babamı takip etmiş ve büyük beyaz canavarı görmüş. İnsana benzediğini ve tek farkının ten renginin bizimkinden biraz daha açık olması olduğunu söyledi ama ben pek inanmadım. Canavar dediğin bize ne kadar benzeyebilirdi ki? Babam yanından ayrıldıktan sonra da canavarı takip etmeye devam etmiş ve onu ona benzeyen başkalarıyla konuşurken görmüş. Bir yardım kuruluşundan bahsediyorlarmış. Özellikle bizim yaşlarımızdaki çocuklara yardım etmek için kurulmuş, sonunda yemek yiyip su içebileceğimiz bir yerden… Ağabeyimin planıysa oraya gitmek ve eğer gerçekten konuştukları gibi bir yerse buraya geri dönüp arkadaşlarımıza da anlatmak ve onlara yolu göstermekmiş. Ağabeyim bana yapacağımız her şeyi adım adım anlattıktan sonra evden babamın seyehatlerinde kullandığı haritasını da alıp yola çıktık.
Birkaç saatlik yürüyüşün ardından bunun aslında o kadar da iyi bir plan olmadığını düşünmeye başlamıştım. Ara ara gözüm kararıyor ve saatler öncesinde içimde parlayan umut dalgasıyla bir miktar güç kazanmış bacaklarım birbirine dolanıyordu. Sabah olduğu gibi kendimi tekrar yerde bulduğumda artık beni kaldıracak bir gücün olmadığını fark ettim. Ağabeyimin adımı bağırışını uzaktan duyar gibiydim ama göz kapaklarım giderek ağırlaşırken bağırışlar artık ikinci plandaydı.
Gözlerimi tekrar açtığımda dikkatimi çeken ilk şey kolumdaki boruydu. Biraz kafamı kaldırdığımdaysa içinde ağabeyimin de olduğu bir grup insanın bana bakan ve gülümseyen suratlarını fark ettim. Biraz daha etrafı incelediğimde çadır benzeri bir yerde olduğum aşikardı ama uykuya daldığım yerin burası olmadığından neredeyse emindim. Oraya nasıl geldiğimi ve oranın neresi olduğunu sordumda bana orasının yardım merkezi olduğunu, ağabeyimin beni kucağında taşıyarak getirdiğini söylediler. Anlaşılan oraya gelen ilk çocuklardık ve gelir gelmez ilgi odağı haline gelmiştik.
Zamanla oraya gelen çocuk sayısı arttı ama üzerimizdeki ilgi hiç azalmadı. Hergün bizlere yemek ve su dağıtılıyor, bizlere eğitim vermek için gönüllü gelen öğretmenlerden ders alıyorduk. Şimdi düşündüğümde beni şu an olduğum noktaya getirenler orada her şeylerini bir kenara koyup gönüllü olarak çalışmaya gelmiş insanlar ve her anımda yanımda olan ağabeyimdir. “
“Bayan Basu sizinle röportaj yapmama izin verdiğınız için çok teşekkür ederim. Buradan izleyicilerimize söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?”
Muhabirin “Çocukluğunuzun tadına dahi bakamadığınız kakao meyvelerini toplayarak geçtiğini söylediniz. Şimdi ise koskoca bir çikolata fabrikasının sahibisiniz. Bugünlere gelmenizde etkili olan şey nedir?” sorusu o günleri tekrar gözlerimin önüne getirmişti.
“Evet.” diye cevapladım muhabirin yeni sorusunu. “Benim yaşadığım bölgedeki asıl problem kuraklık ve susuzluktan öte var olan su kaynaklarının kullanılamayacak seviyede kirli olmasıydı. Bunun kuraklığın egemen olduğu bölgelerdeki sıkıntılardan daha kolay çözülebileceğini düşünüyorum. Sadece insanların bu konuyla alakalı biraz daha farkındalık kazanması gerekiyor. Bölgedeki kirli su kaynaklarının tüketilmesi sebebiyle günde 14 bine yakın insan hayatını kaybediyor. Arıtma çalışmalarına ve bölgelere temiz su dağıtımlarına daha çok önem verilmeli. Tek problem susuzluk da değil benim de üyesi olduğum “Save The Children” adlı vakfın raporuna göre eğer önlem alınmazsa 2025 yılına kadar 450 milyon çocuk açlıktan etkilenecek. Bu yüzyılda çocukların açlıktan ölmesi kabul edilemez. Çünkü ben biliyorum ki biraz destekle bu problemleri aşmak aslında hiç de zor değil.”