Derin’in elinden tutup yönünü bulmasına yardım ettim. Asansöre bindiğimizde heyecanının gitgide arttığını biliyordum. Ne de olsa bugün onun ilk iş günüydü. Onunla birlikte metroya bindim, nasıl gideceğini öğrettim çünkü bir sonraki adımı işe kendi başına gitmek olmalıydı. Gözlerinin görmüyor oluşu hayatını engellememeliydi. O korkunç kazadan sonra ona söylediğim tek şey buydu. Etrafı tarif ederek, onun duvarlara, direklere dokunarak yolu öğrenmesini sağlamaya çalışarak ofisine doğru yürüdüm. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin onu üzmemesini tembihledim ve kendi işyerime doğru yola çıktım. Akşam onu almaya gittiğimde oradan bir an önce ayrılmak ister gibi bir hali vardı. “Günün nasıl geçti?” diye sorduğumda beni geçiştirmekle yetindi. Bir sorunu olduğu belliydi ama ilk günden onu bunaltmak istemedim belki de sadece yorulmuştu.
Geçen iki haftanın ardından Derin’in ruh halinde pek bir değişim olmamıştı. Hatta bana daha çok yük olmaya başladığını düşünüyordu. Ona bir teklifte bulundum: Artık yolu iyice kavramışken bana da yük olmak istemediğinden işine kendisi gidip gelebilirdi. Önce çekindi, yapamayacağını söyledi ama sonra onu ikna ettim. Sabah yine evden beraber çıktık ancak bu sefer apartmanın önünde birbirimizden ayrıldık. Ona sarıldıktan sonra arkamı dönüp biraz ilerledim, köşebaşına yaklaşıp onu seyrettim. Bir süre duraksadıktan sonra derin bir nefes alıp metroya yürümeye başladı. Arkasından yavaşça onu takip ediyordum. Ofisine girene kadar peşinden gittim, o göremese de ona el salladım.
Benden habersiz işine kendi kendine gittiği on beş günün sonunda umduğumun aksine mutsuzluğu giderek artmıştı. Hep denizin kokusunu çok sevdiğini söylerdi ve ben de onu sık sık deniz kenarına götürürdüm ama artık canının gitmek istemediğini söylüyordu. Deniz kenarındayken o denize doğru döner neye benzediğini bile bilmediği bir şeyin kokusunu sevmekle yetinirdi bense ona bakar yüzünü, görünüşünü ezberlemeye çalışırdım. Ben doyasıya ona bakarken o omuzlarında hiçbir şeyi görememenin hüznüyle yanı başımda otururdu. Birkaç yıldır kornea nakli için bekliyorduk ama bir ses seda yoktu. Derin’in doktoruyla görüşmeye gittim, Derin’e kendi korneamı vermek istiyordum çünkü onun dayanacak hali kalmamıştı. Görüşmenin akşamına Derin’e müjdeyi verdim ama korneanın benim olduğunu gizli tutacaktım aksi takdirde asla müsaade etmezdi.
Ameliyat günü gelip çattığında onun mutluluğu içimde hiç kararsızlık veya korku bırakmıyordu. O gülümsedikçe dudaklarına bakıp, kıvrımlarını ezberliyordum. Ellerini tutup onu cesaretlendirirken belki de ben ondan güç alıyordum. Ameliyathanede yan yana yatarken o, benim onu izlediğimden habersizdi. Uyandığımda onu göremeyecek olmanın hüznünü hemen üzerimden attım. Anesteziye yenik düşerken zihnimde bir tek Derin’in gülümseyen yüzü vardı.
Yanı başımda Derin’in sesini duyuyordum, gözlerimi açmaya yeltenmedim bile. Kahkahalarının arasında bağırıyordu: “Görüyorum, seni görebiliyorum.” Elini yüzüme getirdiğinde gözlerimi sımsıkı kapalı tuttum. Gülümsediğini bildiğim için ben de gülümsedim. Ezberlediğim yüzü zihnime dolarken emin olmak için ben de onun yüzüne dokundum. Parmaklarımın altındaki gülümsemesi solduğunda olanları idrak ettiğini anlamıştım. Yine de biliyordum ki deniz kenarına gittiğimizde ben şimdiye kadar çok da önemsemediğim denizi ve denizi seyreden Derin’i hayal edecek Derin ise görmek için yanıp tutuştuğu denize göz ucuyla bile bakmayıp beni izleyecekti. Göremiyor olsam da ben Derin’i ezbere biliyordum, sıra ondaydı, o bunu hak ediyordu. Onun mutluluğu ise benim için herşeydi. Yani bir şeyden vazgeçmek, her zaman kaybetmek anlamına gelmezdi.