Yeşil ceketli kadın sigarasını uzun uzun içine çekiyor, sarı ve dalgalı dağınık saçları omuzlarına dökülmekte. Bebeğini gezdiren adam mekândan içeri girdi, tahminimce bebeğinin eşyalarını taşıdığı sırt çantası bir hayli ağır gözüküyor. Garson buraya doğru bakıyor. İşe yeni başlamış olsa gerek, diyorum, daha önce hiç görmedim burada. Siyah takım elbiseli adamın yüzü telefonu çaldığı an düşüyor. Sağ tarafımdaki meşe ağacından gelen saksağan seslerini yere düşen palamutlar takip ediyor. Garson menüyü uzattı: ‘’İki çay, birer tane de aşure lütfen!’’
68. yaşımı en sevdiğim tatlıyla kutluyoruz bugün. Karşımda çocuklarımın annesi, eşim. Gözlerine baktığımda dışarıdaki tüm sesler kesiliyor. Onu öylece izlediğimi fark edince minik bir kahkaha fırlatıyor. Çekik gözleri kayboluyor gülerken. Ne de güzel gülüyor sahi, öyle değil mi ama?
Siparişimiz geliyor, aşuremden bir kaşık alıyorum. Dile kolay altmış sekiz yıl. Dolu dolu yaşamışım her birini bir de, zerre pişmanlığım yok. Memur bir babanın en küçük çocuğu, zor geçen gençlik yılları, daha on dört yaşındayken başlayan çalışma hayatı… Sokaktan gelen silah sesleri, sağ-sol kavgasına kurban verdiğim abim ve kahrından hastalanıp gencecik yaşında ölen annem. Nazım okuyarak öğrendiğim hayat, arkadaşlarım, askerlik… İlk aşklarım, mektuplar, kuş tüyleri ve birkaç yırtık fotoğraf. Çocukluğumdan beri bitmek bilmeyen çalışma hayatı, hayatımın son ve en büyük aşkı, iki güzel evladım, üç tane de torunum…
Doktor söyledi, alzheimer başlangıcım varmış. Çok korkuyorum unutmaktan. Annemin kokusunu, babamın öğütlerini, abimin son gördüğüm anı… Eşime evlenme teklifi ettiğim günü, kızımın ilk ‘baba’ deyişini, torunlarımı ilk kez kucağıma aldığım zamanı… Bir not defteri aldım kendime, yazıyorum her gün uzun uzun her şeyi en ufak ayrıntısına kadar, eşim iyi geleceğini söylüyor.
Takım elbiseli adam yarım saattir telefonla konuşuyor, yüz ifadesindeki gerginlik az da olsa azalmış. Eşim buradan çıkınca pazara uğramak istediğinden söz ediyor, organik ürünler gelecekmiş bu hafta. Garson çayımızı tazeliyor, aşurem çoktan bitti.
Karımın elleri ellerimde, üşümüşler. Mevsim güz, hafif rüzgâr var. Çantasını açıp bir paket çıkarıyor, kahverengi bir kaplama kâğıdıyla kaplanmış, hasır bir iple bağlanmış zarif bir hediye. Hala şaşırtıyor bu kadın beni, diyorum, ardından bir öpücük bırakıyorum eline. Utanıyor, yanaklarının kızarmasından belli. Can Yücel’in bir kitabı, ilk basım. Çok severim, iyi biliyor.
Sayfaları karıştırıp aradığım şiiri buluyor ve eline uzatıyorum. ‘’Benim için okuyabilir misin bunu?’’
O tanıdık ve yumuşak ses tonuyla başlıyor:
Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif.
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç.
Okumaya devam ediyor. Son kısmına geldiğimde fısıldayarak dahil oluyorum ona.
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak.
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin,
Bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin.