Ankara… Avrupa ve Asya kıtalarının kaynaştığı, sosyal ve kültürel olarak Türkiye’nin en zengin yerlerinden biri olmakla beraber bazıları -ve özellikle kendi sakinleri tarafından- bu kentimizi en sert şekilde eleştirir. Fakat başkentimiz aslında cumhuriyetten itibaren Türklüğün merkezi haline gelmiş, Türkiye’nin simgesi olmuştur. Peki, bu fevkalade yer neden İstanbul ya da İzmir gibi kentlerin gördüğü ilgiyi görmüyor?
İlk defa milattan önce üç bin yılında iskân edilen Ankara; yıllar içerisinde Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Hellenler, Romalılar, Bizans, Osmanlı gibi devletlerin himayesinden geçmiş, dikkatlice işlenmiş ve en sonunda Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olacak şekilde yontulmuştur adeta. Yıllar içinde gelişmiş, tam anlamıyla bir devlet şehri haline gelmiştir. Dünyanın en güçlü hükümdarlarının gözetiminde gelişen bu muhteşem şehir bugünlerde ise her insanın kendinden bir parça bulabileceği bir yer haline gelmiştir.
Ulus… İster İtfaiye Meydanı’na girip kullanılmış diş fırçaları, doksanlı yıllardan kalma çakılar, altmışlı yıllardan kalma antika mobilyalar, pek eski ve nadir plaklar veya müstehcen filmler alabilir; ister 1949’da usta tiyatrocu Muhsin Ertuğrul’un çabalarıyla kurulmuş Devlet Tiyatroları binasını görün; isterseniz de Cumhuriyet’in karanlık yanlarına bir bakış sağlayan Ulucanlar Müzesini gezin. İlk meclis binasını görün, Etnografya Müzesinde dolaşın ve Anadolu tarihini iliklerinize kadar hissedin.
Kızılay Meydanı… 1929’da kurulan Kızılay genel merkezinin etkisiyle ismini alan bu alan, adeta şehrin merkezidir. Avrupa’da nasıl tüm yollar Roma’ya çıkıyorsa, Ankara’da bütün yollar Kızılay’a çıkar. Her kesimden insan burada bir şekilde kendini belli eder. Birkaç lira daha ceplerine atmak için ciğerlerinin en dibinden şarkı söyleyip enstrüman çalan üniversitelilerden tutun, çarşı iznindeki Harbiyeliler, dershanelerine giden lise öğrencileri, bir köpeği doyurmaya çalışan sivil toplum kuruluşu gönüllülerine kadar her türlü insan tasviri bulunur bu şehirde.
Her zaman temiz değil tabii ki bu şehir. Zengin kesimin daha da zenginleşmek için kurduğu para aklama şirketleri, mafyaların rüşvetle işlettiği kumar oynanan kahveler, Türkiye’nin en kirli havalarından biri, ülke yönetmenin getirdiği sorumluluktan doğan pis işlerin döndürüldüğü devlet daireleri, uyuşturucu ticareti yapılan ara sokaklar, fuhuş ile dolu karanlık oteller… Tüm bunlar Ankara’yı başkent yapan özelliklerden.
İstanbul ve İzmir gibi bir denizi olmasa da her zaman Ankara’da ilgiyle seyredebilecek bir manzara bulabilirsiniz. Bu şehirlerde her zaman fiziksel panoramalar ilgi çeker: İstanbul Boğazı, Sultanahmet Camii, Alaçatı değirmenler, Kordon ve Karşıyaka… Ancak Ankara, bir insan şehridir. Türk vatandaşının mental yapısını, psikolojisini yansıtır bu şehir. Kızılay Meydanında herkesin aksine yerinizde durup etrafı gözlemlemeye başlarsanız anlardınız demek istediğimi. İşine yetişmeye çalışan bir memur, annesini kaybetmiş bir çocuk, biraz yemek için para dilenen eski bir mahkûm, pazarlık yapan dükkân sahipleri…
İnsan manzaraları bakımından inanılmaz zengin olan bu şehir, aslında Rus edebiyatı romancılarına sahne olabilecek niteliklere sahip olmasına rağmen Türk halkı tarafından değeri bilinmemektedir.
Kısacası, Ankara’mız her türlü insanın insan olabileceği, kendi olabileceği belki de kendini keşfedebileceği nadir ortamlardan biri. Bir imparatorluk şehri gibi çeşitli sosyal yapılara sahip insanların olduğu fakat bir yandan da bir köy gibi herkesin herkesi tanıdığı bir şehir burası. Ankara’nın değeri ancak onu dinleyerek, insanını gözlemleyerek anlaşılabilir.