Özüm

 

Zorluklarla dolu bir hayatım oldu benim. Yeri geldi dost bildiklerim tarafından kandırıldım, sırtımdan bıçaklandım; yeri geldi yakın sandıklarımı biraz daha paraa için sattım. Geçmişte yaptıklarımdan çok da hoşnut değilsem de iyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla ekşisiyle 62 yıllık bir ömür yaşadım. Şimdi de şu “psikiyatr” denilen deli doktoru gelmiş, bana yavaş yavaş, neredeyse her şeyi unutacağımdan bahsediyor. İnsan kendini unutabilir mi ya? Pffft, saçmalık! Olur mu öyle şey? Olur mu ya yoksa? Yaşanmış onca an, hissedilmiş o kadar duygu, tadılmış binlerce acı… Ama şöyle bir düşününce aklıma tek bir hatıra geliyor; beni ben yapan, bu illetin bile benden koparamayacağı bir parçam.

Mahallemizde Cüneyt abi vardı bir tane; uzun kızıl saçlı, ince çıkık çeneli, Cem Karaca’nınki gibi geniş gözlüklü, hafiften de çilli, o zamanlar 20’li yaşlarında, oldukça da yakışıklı biri. Meşe gitarını alır, gece gündüz mahalleyi turlardı, dilinde de Deniz Üstü Köpürür olurdu hep. Bakkala gider gibi yapıp onun peşine takılırdım, o sokak senin bu cadde benim dolaşırdık. Bu gezilerimizde de çoğunlukla gelecekle ilgili planlarından bahsederdi: Amerika’nın uçsuz bucaksız sahillerinde dolaşmaktan, üstü açık bir araba alıp barda tanıştığı kız arkadaşıyla sokakları dolaşmak, hayalindeki kız arkadaş, potansiyel bir eş… Anlattıklarını ağzım açık dinlerdim.

Annem de yaşıtlarının yanında kısmen kısa ama oldukça alımlıydı, bana göre de dünyanın en güzel kadınıydı. Bazen onun suratına bakarken zihnimde yemyeşil çayırlarda oynadığım  hayaller canlanırdı. Dedem, onun doğumundan günler önce çalıştığı boya fabrikasının yangınında yanarak, anneannem de doğum sırasında ölmüş. Bu acı gerçekleri bir gün oynarken öğrendim; yanımda gencecik annem vardı, uzaklarda seferde de olsa bir babam… Annem, aklım erdikçe bana kısacık ömrünü detaylıca anlatmıştı, bir detay hariç: Cüneyt abiyle olan yasak aşklarını.

Beni ben yapan o olay yaşandığı zaman ben daha 7 yaşındaydım, annem de 25; 1956’nın ılık bir ilkbahar günüydü. Mahalleden birkaç arkadaş yatıya kalmıştı, salondaki dokuma halının üstünde bilye oynamıştık saatlerce. Annem hepimizi mutfağa çağırdı ve bir şeyler hazırlamasına yardım etmemizi söyledi. Kahvaltıyı hazırladık, kaldırdık derken kapı bangır bangır çalmaya başladı ve sarhoş bir adamın avazı çıktığı kadar: “Firdevs, aç şu kapıyı!” diye bağırdığını duyduk. Annem bize saklanmamızı söyledi ve kapıyı açmasıyla suratının ortasına bir yumruk yemesi bir oldu. Geceden kalmış Cüneyt abi elindeki bira şisesini annemin kafasında kırmadan evvel mahalleli eve koşmuş ve kimi olanları izlemeye başlamış, kimi de içeri koşup olaya karşı çıkan bizleri korumak için içeri atılmıştı. Annemle onun arasına girmeye çalışırken anneme karşı savrulan bir yumruk bana geldi ve yere yığıldım. Bayılmışım, maalesef de annemin o alçak tarafından katledildiğini duyduğumda dünyalar başıma yıkıldı. O günün akşamı bir karar aldım karşı komşunun sobasının yanında, gözyaşları içinde: Okuyup polis olacağıma, annemin başına gelenin hiçbir kadının başıa gelmesine izin vermeyeceğime ant içtim.

Hayatımı sorgu odalarında, kadın katillerinin başlarını duvarlara vura vura geçirdim. İnsanların haklarını aradım, gerektiğinde sözle, ısrarla; gerektiğinde yumrukla, sopayla. Ama gönlüm rahat, çünkü doğru olanı yaptım. Bu doğruları da dünyanın en kötü zihinsel hastalığı da gelse özümden koparamaz, içimdeki insan sevgisini.

(Visited 7 times, 1 visits today)