Yine sıradan bir gündü. Okuldan çıkıp her zamanki gibi aynı saatlerde eve gelmiştim. Biriken tonlarca ödevin sadece bir kısmını yapıp düşünmeye başladım. Hayatın bu alışılagelmişliğinden çok sıkılmıştım. Geride kalan işleri düşünmeden hızlıca hazırlanıp evden çıktım. Normalde çok basit olsa bile asla tercih etmediğim şeyleri yapma kararı almıştım. Bugün sadece kendimi düşünecektim ve aklıma ne esiyorsa, beni ne mutlu edecekse onu yapmaya hazırdım.
Normalde ailem toplu taşıma kullanmama pek izin vermezdi genelde her yere kendileri bırakırlardı. Zaten çok dışarı çıkan bir insan değildim, okula da servisle giderdim. Bugün gideceğim yere otobüsle gitmeye karar verdim. Durağa gelen ilk otobüse bindim ancak nereye gideceğimi ben de bilmiyorum. Aradan geçen otuz dakika sonrasında şehrin merkezine gelmiştik, zaten son duraktı. Otobüs şoförüne iyi günler deyip otobüsten indim ama şoför bana bakmamıştı bile. Yaşadığım bu hayatın düzeninden sıkılma hissinin diğer insanlarda da olduğunu bilinçli bir şekilde fark ettiğim ilk insandı. İnsanlar artık hayatlarından bıkmış, bu duyguları sadece kendi içlerinde yaşamayıp çevrelerine de yaşattırıyorlardı. Kibarlık, sevgi, hoşgörü gibi değerler artık bir hiç olmuştu.
Otobüsten indikten sonra sokaklarda yürümeye başladım. İğne atsan yere düşmezdi. Memurlar işlerinden çıkıp iş arkadaşlarıyla vakit geçirmeye gelmiş, veliler çocuklarını okullarından alıp şehre inmişlerdi. Yürümeye devam ederken burnuma ilmek ilmek emek kokusu gelmişti. Biraz etrafa bakındıktan sonra camları çatlamış, cam pervazı tahtadan olan ancak çürümüş oda gibi bir yer fark ettim. Burası bir antikacı dükkanıydı. Antikacı dükkanlarına hiç girmediğimi fark ettim ve girmeye karar verdim. İçerideki yaşlı amca girer girmez güler yüzüyle yanıma geldi. Bu kadar içten gülümseyen bir insan görmek beni çok mutlu etmişti. “ Yavrum senin ne işin var burada? Senin yaşıtların bizim gibi dükkanlardan haberdar bile değil, buralardan burunlarını kapayarak geçerler.” dedi. O sırada dükkanın kokusu beni daha da güvende hissettirmeye başlamıştı. Bir süre amcayla sohbet ettikten sonra tozlu raflar arasına attım kendimi. Bir kitap bulmuştum. Kapakta yıpranmış bir hüzün ve geçmişin izleri vardı. Kitabın sayfalarını çevirirken, 120. sayfada ansızın beliren el yazısıyla yazılmış, hafif silik bir telefon numarası dikkatimi çekti. Gözlerim, bu gizemli numarayla dans ederken, merakla dolup taştı. O numara, sanki unutulmuş bir hikayenin kapısını aralıyordu. Hızlıca kitabı alıp bir kafeye oturmaya karar verdim.
Kafenin en sessiz, sakin yerini bulduktan sonra numarayı aramaya karar verdim. Telefonu “Merhaba” diye geçmişin yankılarıyla dolu gizemli bir ses cevapladı. Bu kişi bu kitabı kapatılmış eski bir kütüphanede bırakmış bir sanatçının kızıydı. Babasının el yazısıyla yazılmış bu numara, onun son izini taşıyordu. Bir zamanlar kaybolan bir hikaye, şimdi benim aracılığımla bulmuştu birini.
Sohbet ilerledikçe, hikayenin ortaya çıkmasıyla birlikte bu genç kızla aramızda bir bağ oluştu. Sanatçının kızı, kitabın içindeki sayfalar arasından kaybolmuş anılarını paylaştı. Anılar, zamanın izlerini taşıyan bir zaman kapsülüydü. Bu telefon numarası, iki farklı dünyayı bir araya getirmişti. Kaybolmuş bir kitap, kaybolmuş bir hikayeyi ve unutulmuş bir zamanı geri getirmişti. Belki de bazen, eski sayfalar arasında kaybolmak, unutulmuş hikayelerin ve insanların yeniden bulunmasına neden olurdu.